21 Mayıs 2010 Cuma

İman Hakikatleri İmanın Kazanılmasına Vesile Olur


Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)

İman hakikatleri, insanların iman etmelerine vesile olan en önemli sebeplerden birisidir. İman etmeyen kişi derin bir gaflet içindedir. Etrafındaki yaratılış delillerini göremez. İçinde yaşadığı toplumun dinden uzak yapısı nedeniyle zihni günlük hayatın ayrıntıları ile boğulmuş, algıları ve şuuru etrafındaki sayısız yaratılış gerçeğini fark edemeyecek derecede zayıflamıştır. Oysa böyle bir insana, samimi ve vicdanlı olması kaydıyla, iman hakikatleri anlatıldığı takdirde, Allah'ın varlığına ve birliğine, canlı cansız her şeyi Allah'ın yaratmış olduğuna iman etmesi, Allah'ın sonsuz ilmini ve kudretini görmesi umulur. İman hakikatleri, vicdanlı, fakat inkarcı telkinler nedeniyle gerçeklerden habersiz kalmış kimselerin Allah'ın izniyle imana kavuşmaları için çok önemli birer vesiledir.

Dünya bir imtihan yeri olduğu için, herkesi iman etmeye zorlayacak, kişinin vicdanıyla imanı seçmesine fırsat bırakmayacak derecede bir mucize beklemek hata olur. Örneğin, yere attığımız tohum birkaç saniye içinde dev bir ağaca dönüşse muhakkak büyük bir ilgi uyandıracak ve bu olaya şahit olan kimseler tarafından büyük bir mucize olarak nitelendirilecektir. Ancak milyarlarca ağaç, bu değişimi yavaş yavaş geçirdikleri için bu durum ilk bakışta insanlar üzerinde mucizevi bir etki oluşturmaz.

Başka bir örnek üzerinde düşünelim. Ortalama 60-70 yıl içinde yaşlanan insan vücudunun, bir anda gözlerinizin önünde yaşlandığını varsayın. Yeni doğan bir bebek birkaç dakika içinde hızla büyüyerek gelişse, olgunlaşsa ve yaşlansa elbette ki bu şaşırtıcı bir olay olur ve buna şahit olan insanları düşünmeye sevk ederdi.. Ama burada şuna dikkat edelim; aynı olay şu anda da yaşanmaktadır; tek fark aradaki zamandır. Aynı mucizevi olayın fark edilemeyecek derecede yavaş gerçekleşiyor olması; dikkati, şuuru ve tefekkürü zayıf olan insanlar için sıradan bir olay gibi görünür. Oysa bu olay da gerçekte bütünüyle bir mucizedir. Bu mucizeyi fark etmek için ise samimi ve vicdanlı bir bakışla olayın ayrıntılarını incelemek, bu ayrıntılardaki yaratılış hikmetlerini, incelikleri görmek gerekir.

Gaflet içindeki insanların göremedikleri bir gerçek vardır; kendi vücutları dahil çevrelerindeki ve evrendeki her şeyin birer yaratılış mucizesi olduğu... Kuran'da insanlar bu konuda şöyle uyarılmıştır:

"Görmüyor musun; gerçekten Allah, gökyüzünden su indirdi de onu yerin içindeki kaynaklara yürütüp-geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler çıkarıyor. Sonra kurumaya başlar, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da onu kurumuş kırıntılar kılıyor. Şüphesiz bunda, temiz akıl sahipleri için gerçekten öğüt alınacak bir ders (zikr) vardır." (Zümer Suresi, 21)

İşte iman hakikatlerinin detaylı olarak anlatılmasının önemi de bu noktada ortaya çıkar. Gaflet içindeki insanların, her gün etraflarında olup biten fakat farkına varmadıkları pek çok yaratılış delilini, mükemmellikleri tüm ayrıntılarıyla onların gözleri önüne sermek, bu kişilerin gafletlerinin dağılmasında son derece etkili olur. Yıllardır herkesin görmeye alıştığı ve pek çok kimsenin üzerinde düşünmeye zahmet etmediği birçok iman hakikatine insanların dikkati çekilirse bu, imani şuurun yerleşmesine, vicdanların uyanmasına ve küfrün batıl telkinlerinin yok olmasına sebep olur.

MİKRODÜNYADAKİ HAKİKATLER MANTAR



Denizde yaşayan, plankton, ışık ve donmuş ufak parçalarla beslenen bu mantar 5 cm boyutundadır.
Allah, Kuran'da ayrıca akıl sahiplerini, diğer insanların hiç düşünmediği -ya da "evrim", "tesadüf", "doğa mucizesi" gibi sözde açıklamalarla geçiştirmeye çalıştıkları- konular üzerinde düşünmeye davet eder. Allah bu konuyla ilgili olarak Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) 'Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.'" (Al-i İmran Suresi, 190-191)



ALG



Algler sığ sularda yaygın olarak bulunan mikroorganizmalardır ve sıcak su kaynaklarından buz ve kar yüzeylerine kadar güneş ışığı gören her su yüzeyinde yaşayabilirler.

Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit adı verilen bir gaz üretir. Bu gaz denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir deyişle, algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegeni olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar. Dolayısıyla algler, gezegenin ısısını dengeleyecek kadar etkili ve önemli bir özelliğe sahiptirler.
Akıl sahiplerine düşen, Allah'ın ayetlerini görmek ve gördükleri bu mükemmelliklerden yola çıkarak Allah'ın sonsuz bilgi, güç ve sanatını kavramaya çalışmaktır.
Çünkü Allah'ın ilmi sonsuz, yaratışı kusursuzdur...
Ve düşünen insanlar için, çevrelerindeki herşey bu yaratışın delillerindendir.



DİATOM (ÖZEL BİR ALG TÜRÜ)



Diatomlar, genellikle suda yaşayan ve fotosentez yapma özelliğine sahip olan alglerdir. Bu canlılar okyanuslardaki canlı organizmaların %90'ını meydana getirirler. Aynı zamanda tatlı suda yaşayan diatom türleri de bulunmaktadır.

Diatomlar yaptıkları fotosentez sayesinde bizim soluduğumuz oksijenin büyük bir kısmını üretirler. Kendilerine denizin içinde opalden evler inşa ederler. Bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmibeşbinden fazla diatom türü olmasına rağmen hiç birisinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir.
Canlılardaki tasarım örnekleri, bize bu olağanüstü düzeni yaratmış olan Allah’ın benzersiz sanatını ve gücünün sınırsızlığını tanıtan ayetlerden, yani delillerdendir. Önemli olan bu ayetleri görebilmek ve Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü takdir edebilmektir. Allah bunu takdir edemeyen kişilerin durumunu bir ayetinde şöyle haber vermektedir:
Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)



AKAR (MAYT)



Akar ya da mayt olarak adlandırdığımız canlı, herhangi bir böcekten daha farklı özellikler taşımayan, son derece detaylı ve kompleks bir yapıya sahip olan, ama buna rağmen yine de ancak mikroskopla fark edilebilen bir mikro canlıdır. Yaşadığımız evin her yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada kısacası yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır.
Allah; dünyanın düzenini çok ince ve hassas dengelerle kurmuş, küçücük bir mikroorganizmayı koskoca bir yaşamın sebebi kılmıştır. Bunun tek nedeni, insanın karşısında apaçık duran bu yaratılış mucizesini görebilmesi, etrafında kendisine sunulmuş olanlar ve güç yetiremedikleri karşısındaki acizliğini ve Allah’a olan muhtaçlığını fark edebilmesi ve Allah’ı takdir etmesidir. Allah Kuran’da şöyle buyurmuştur:
“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir.” (En’am Suresi, 102)

BİTKİLERDEKİ HAKİKATLER ARUM ZAMBAĞI



Arum zambağı döllenmeye hazır hale gelince keskin kokulu bir amonyak gazı (NH3) yaymaya başlar. Çiçeğin son derece ilginç bir yapısı vardır. Polenlerinin bulunduğu bölüm, beyaz yapraklı yapının içinde dip taraftadır ve dışarıdan görünmez. Bu yüzden sadece koku yaymak böceklerin dikkatini çekmek için yeterli değildir. Polenler döllenmeye hazır olduğunda zambak saldığı kokuyla birlikte çiçeğinin dışta kalan bölümünü de ısıtır. İşte bu yalnızca aydınlık saatlerde ve bir gün içerisinde gerçekleşen ısınma ve koku böcekler için çok çekicidir. Bu ısı ve koku nasıl ortaya çıkıyor sorusunu cevabını bulmaya çalışan bilim adamları bitkinin metabolizmasında gerçekleşen hızlanma sonucunda ortaya özel bir asit çıktığını bulmuşlardır. Glutanamik asit denen bu maddenin kimyasal yollarla parçalanması sonucunda çiçeğin yaydığı ısı ve koku oluşur. Bu sayede böcekler çiçeğe gelirler. Ne var ki böcekler için bu yeterli değildir çünkü arum zambağının polen tozları dipte kapalı torbacıklarda bulunur. Çiçek buna da hazırlıklıdır. Yağlı olan dış yüzeyi sebebiyle gelen böcekler kayarak aşağı çiçeğin içine düşerler ve bir daha da kaygan duvarlardan yukarı
tırmanamazlar. Bulundukları bölümde çiçeğin dişi organlarının ürettiği şekerli bir sıvı vardır. Ayrıca gece olunca polenlerin kapalı olduğu torbacıklar da açılır ve böcekler bunlara bulanırlar. Böcekler çiçeğin içinde bir gece kalırlar.

Sabah olunca çiçeğin üzerinde bulunan dikenler bükülerek böceklerin yukarı tırmanması için merdiven işlevi görürler. Merdivenden tırmanan böcekler, özgürlüklerine kavuşur kavuşmaz görevlerini yerine getirmek için dölleyici polen yükleriyle birlikte başka bir zambağa giderler.
Arumun tuzağını mühendislerin ya da bilim adamlarının biraraya gelerek tasarladığını iddia etmek şüphesiz akıl karı değildir. Peki ya tüm bunların birbiri ardına gerçekleşen tesadüflerle oluştuğunu söylemek? Şüphesiz böyle bir iddianın ilkinden daha tutarsız olacağı çok açıktır. Aklı selim her insan kabul eder ki, bir yerde işleyen mükemmel bir düzen varsa, bu düzen mutlaka biri tarafından önceden hazırlanmış olmalıdır. Planlayan, tasarlayan ve uygulayan olmadan düzen olmaz. Şüphesiz Arumdaki bu mükemmel tasarımın sahibi de yerle gök arasındaki tüm canlıları yaratan ve tüm işleri düzenleyen Allah'tır. Allah Kuran'da bize bu üstün vasfını şöyle bildirmiştir:
"O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10)


TAŞ KAKTÜS



Resimde görülen bu canlı kayalar gerçekte toprağın altında gizlenmiş olan bir bitkinin etli yapraklarıdır. Çiçek açmadığı zamanlarda bir kayadan farksız olan taş kaktüs bitkisi aslında gerçek bir kaktüs değildir. Kayaya benzeyen görünüşü onun düşmanlarından çok iyi bir şekilde korunmasını sağlar.
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Bakara Suresi, 164)



KÜSTÜM OTU



Küstüm otunun çok ilginç bir savunma sistemi vardır. Bu bitkinin yapraklarına dokunulduğunda birkaç saniye içinde, sapla birlikte yapraklarının gövdeye doğru yaslandığı görülecektir. Eğer bitkiyi rahatsız eden etki devam ederse bu kez küstüm otu aşağıya doğru ikinci bir hareket yaparak gövdesinin üzerindeki sivri dikenleri ortaya çıkarır. Bu da böcekleri kaçırmak için yeterlidir. Bitkideki bu hareketi gerçekleştiren mekanizma elektrik akımlarıyla başlar. Bu akım aynı insan vücudundaki sinirlerden geçen akım gibidir. Bitkinin reaksiyonları bizde olduğu kadar hızlı değildir. Bununla birlikte bitki özünü taşıyan kanallar aracılığıyla iletilen elektrik sinyalleri 30 santimetrelik mesafeyi bir-iki saniye içinde geçer.

Isı ne kadar yüksek olursa, reaksiyon o kadar hızlı olur. Her bir yaprağın dibi (yaprağın sapıyla birleştiği yerde), oldukça şişkindir. Buradaki hücreler sıvıyla doludur. Uyarı buraya ulaştığı zaman, yaprağın dibindeki şişkinliğin alt yarısı aniden suyunu boşaltır ve aynı anda diğer üst yarı, bu suyu kendi bünyesine alır. Ve yaprak aşağıya doğru düşer. Böylece uyarı saplar boyunca ilerlerken, yapraklar domino taşları gibi teker teker, ardı ardına kapanır. Bu şekilde bir savunma hareketinden sonra, bitkinin tekrar hücrelerini doldurup, yapraklarını açabilmesi için 20 dakika gereklidir.
Allah, Kuran'ın bir ayetinde, insanların bir tek ağacı bile yoktan var etmesinin imkansız olduğunu şöyle bildirir:
“(Onlar mı) Yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o suyla) gönül alıcı bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir…” (Neml Suresi, 60)


ARI TAKLİDİ YAPAN ORKİDE


Bu orkidenin çoğalabilmesi için böcekleri kendine çekmesi gerekir, ama bunu sağlayabilecek balözüne sahip değildir. Ancak orkidenin alt dudağı, kanatları açık duran bir dişi yaban arısına benzemektedir. Orkidenin çıkardığı bir kokudan etkilenen erkek yaban arısı ona yönelir. Dişisini gördüğünü zanneden arı, çiftleşmek üzere çiçeğe konduğunda çiçek tozlarını taşıyan kese arının kafasına ve antenlerine yapışır. Aynı işlemi bir başka orkidede tekrarlayan yaban arısı, kafasına ve antenlerine yapışmış olan çiçek tozu kesesini diğer çiçeğe getirir ve tam üreme organının bulunduğu yere bırakır.
Allah üstün gücü ve sonsuz aklıyla her yerde yaratılış delillerini bizlere göstermekte, bunları görerek öğüt almamızı ve düşünmemizi istemektedir. Kuran’da da belirtildiği gibi, ancak aklını kullanabilen kişiler öğüt alıp düşünür ve Rabbimize bir yol bulabilirler:
“Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl Suresi, 10-11)



GENLISIA





Genlisia’ nın tuzağı, hayvan bağırsağına benzer. Toprak altında dallanmış olan yaprakları, içi boş borular şeklindedir. Topraktan çekilen su bu borularda ilerler. Boruların uçlarındaki yarıklarda, bitkinin içine doğru yönelmiş bir akıntı vardır. Bu akıntı, bitkinin içinde su pompalayan tüycüklerden kaynaklanır. Su içindeki böcekler ve diğer organizmalar, akıntı nedeniyle boruların uçlarındaki yarıklardan içeri doğru sürüklenir. Bu sürüklenme boyunca geçtikleri her yer uçları aşağıya bakan kalın ve sert tüylerle kaplıdır. Tüycükler de birer sübap gibi iş görerek, böceği bitkinin içine doğru iten ikinci bir etki meydana getirirler. Kurban içerilere doğru ilerledikçe bir dizi öldürücü sindirim beziyle karşı karşıya gelir. Sonunda da Genlisia’ nın besini olmaktan kurtulamaz.

Güney Amerika'nın yağmur ormanlarında ve Afrika'nın iç bölgelerinde yaşayan, sarı, mor çiçekli, küçük yapraklı "Genlisea" bitkisinin protozoalarla (tek hücreli organizmalar) beslendiği, yeni yapılan araştırmalar sonucunda anlaşılabildi. Bonn Üniversitesi profesörlerinden Wilhelm Barthlott'un vardığı sonuçlara göre, Genlisea bir gün içinde bu canlılardan belki de binlercesini tüketiyor.

Barthlott, bitkinin yeraltı yapraklarında bulunan deliklerin boyutlarının, protozoaların boyutlarıyla hemen hemen aynı olduğunu fark etmişti. Nitekim, yapılan deneylerde de protozoaların bu deliklere doğru, mıknatıs etkisi altındaymış gibi çekildikleri gözlemlendi. Bitkinin salgıladığı cezbedici kimyasal maddeler, onları deliklere doğru çekiyordu. Barthlott, bitkinin bu canlılarla beslendiğini kanıtlamak için, protozoalardan bazılarını radyoaktif izotopla, adeta etiketledi. Bunları Genlisea'ya verdi ve iki gün içinde bitkinin hücrelerinde radyoaktivite saptadı.

Pinguicula türü bitkilerse, Kuzey Yarıküre'de yaygın olarak bulunuyorlar. Güle benzer şekilde dizilmiş yaprakları var. Küçük, güzel ve narin bir yapıya sahipler. Çoğunun çapları beş cm'yi geçmiyor. Bu etçil bitkiler, yapraklarından gelen kokunun cazibesine kapılan küçük böceklerle besleniyorlar. Yapraklarının yüzeyleri, çok güçlü olmayan yapışkan bir maddeyle kaplı. Gövdeleri bu maddeye bulaşan hayvanlar, kurtulmak için çabaladıklarında, daha çok yapışkan madde salgılanıyor. Yapraklar içe doğru yavaş yavaş kıvrılıp içi yapışkan sıvıyla dolu havuzlar oluşturuyorlar. Sıvının içinde boğulan avlar, sindiriliyor ve emiliyor.
Şüphesiz bu bitkinin sahip olduğu tasarım ve yaptığı işlemler, Allah'ın örneksiz ve benzersiz yaratmasının delillerindendir.
“Ey insanlar, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın dışında bir başka yaratıcı var mı? O'ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (Fatır Suresi, 3)


AMORPHOPHALLUS



Amorphophallus adındaki bu bitki en ilginç görünüme sahip bitkiler arasındadır. 3 insan boyuna ulaşabilen bu bitkinin çiçeğinin tam ortasında çomak şeklinde bir uzantısı bulunmaktadır.
Bu bitkide ortaya çıkan bu yaratılış gerçeği aslında, incelediğimiz tüm varlıklarda kendini farklı şekillerde göstermektedir.
“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir.” (Haşr Suresi, 24)


DRACUNCULUS VULGARIS



Dracunculus vulgaris bitkisinin bordo renkli çiçeğinin tam ortasından geçen siyah renkli bir eklentisi vardır. Çok cazip görünmesine rağmen çürümüş et gibi kokması nedeniyle asla hediye olarak verilemez.

Yeryüzünde var olan binlerce tür bitkideki karmaşık sistemlerin yaratıcısı göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'tır.


HYDNORA AFRICANA



İlginç görünümlü bitkiler arasında baş köşeyi alabilecek olan Hydnora Africana Güney Afrika’da bulunur. Bu parazitimsi bitki renkli ve şaşaalı görünümünün aksine, çok kötü kokar. Çürümüş et kokusu yayan bu bitki, leş böcekleri kendine çekmekte hiç sorun yaşamaz.


RAFFLESIA ARNOLDII



Rafflesia arnoldii isimli bu parazitimsi bitki dünyanın en büyük çiçeğini verir; çiçeği yaklaşık 3 metre çapındadır. Çok renkli ve üzerindeki beyaz spotlarla oldukça ihtişamlı görünen bu bitki aslın çok kötü kokmaktadır. Aynı zamanda tam ortasında bulunan deliğinde yaklaşık 800 litre su tutabilir. Bu bitkinin yaprakları, sapı ya da kökleri yoktur.

Bu muazzam güzellik ve renk uyumu, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğun ve ihtişamın örneklerinden yalnızca bir tanesidir.


WOLLEMIA NOBILIS



Wollemia nobilis adı verilen bu değişik görünümlü ağaç 1994 senesine kadar 120 milyon yıllık fosillerinden biliniyordu. Günümüzde aynı ağaçtan yaklaşık 100 kadar yaşamaktadır. Bu ağacın kabuklarının yüzeyi çikolata köpüklerini andırır; birden fazla gövdesi vardır, yaprakları ise sarmal biçimde büyür. 38 metreye kadar uzayabilirler.


WELWITSCHIA MIRABILIS



Welwitschia mirabilis bitkisi iki yapraktan ve kökleri olan bir saptan oluşmaktadır. Filmlerde gördüğümüz farklı yaşam formlarına benzeyen bir şekle ulaşana kadar büyümelerini sürdürürler. Sapları diğer bitkilerden farklı olarak uzamak yerine kalınlaşır, ancak buna rağmen 2 metreye kadar uzayabilir ve kalınlığı 7.5 metreye ulaşabilir. Yaklaşık 400-1500 sene yaşayabilen bu bitkiler uzaktan bakıldığında bir sanat eserini andırırlar. Ve çok açıktır ki bu, Allah’ın benzersiz yaratma sanatıdır.



WOLFFIA ANGUSTA




Dünyanın en küçük bitkisi olan Wolffia angusta. 10 tanesi br toplu iğnenin ucunu kapayabilir; ya da daha açık bir örnek vermek gerekirse “o” harfinin içerisine bu bitkiden sadece 2 tane sığdırabilirsiniz.
Elbette ki her bitki ilk yaratıldığı günden itibaren, onu yaratan sonsuz ilim ve akıl sahibi Allah'ın ilham ettiği şekilde hareket etmektedir. Bitkinin her hücresinin, hatta her atomunun nasıl hareket etmesi gerektiği, an ve an ona bildirilmektedir. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şöyle açıklanmaktadır:
"Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için." (Talak Suresi, 12)


DRAKAEA GLYPTODON



Drakaea glyptodon isimli bu orkide türü aynen çiğ et gibi kokar ve rengi de tıpkı çiğ et gibidir. Bu nedenle yaban arılarının dikkatini üzerine çekmeyi başaran bu çiçek yine arılar sayesinde polenlerini diğer orkidelere ulaştırır.
Peki bu şuuru bitkinin hücrelerine veren kimdir?
Yeryüzündeki bütün canlılar için hayati önemli olan bitkileri ortaya çıkaran ve onlara sahip oldukları özellikleri veren Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Rabbimiz üstün güç sahibi olan ve kusursuzca yaratandır.


CEPHALOTUS


Cephalotus bitkisi sürahi şeklinde kümeler halinde büyüler ve köksaplarından büyüyen oval ve etçil olmayan yapraklara sahiptir. Bu bitkiler genel olarak gül şeklinde rozet şekli alırlar ve renkleri yeşilden koyu şarap rengine kadar çeşitlenebilir; ne kadar çok güneş ışığı alırsa o kadar kırmızı olur.

Bu bitkinin köksapları büyüdükçe bitkinin sürahi şeklindeki ağzı açılır ve hayatı süresince açık kalır. Bu kapağın üzerinde küçük yarışeffaf pencere paternleri vardır.
İçeri doğru bakan dikenleri köksapların kenarlarında bulunur ve avını ağzına yönlendirmeye ve bir kere içeri girdikten sonra böcek ya da sinek gibi hayvanların kaçmalarını engellemeye yarar. Nektar salgılayan bezleri kenarlarındadır; sindirim sıvısı salgılayan bezleri ise sürahi şeklindeki gövdesinin içinde yer alır. Bu bitkinin iç yüzeyi üzerine konan sinek ve böceklerin kayarak sürahinin içinden tırmanarak kaçmasını engeller.

Bitkideki bu mükemmel sistem, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün sonsuz sayıdaki delillerinden yalnızca biridir.


DIOANEA


Mühendisler, sinekkapan bitkisinin (Dionaea muscipula) saniyenin onda birinde kapanan yapraklarından esinlenerek hızla şekil değiştiren mikrolensler yaptı. Massachusetts Üniversitesi'nden yapılan açıklamaya göre, bu yeni teknoloji sayesinde ışık ve sıcaklığa göre değişen trafik işaretleri, renk değiştiren boyalar yapmak mümkün olabilecek. Sinekkapan, çanak benzeri yaprakları olan etçil bir bitki. Salgıladığı nektarın cazibesine kapılan hayvanlar yapraklarının içine giriyor. Yapraklar, yüzeylerindeki tüylere dokunulması sonucunda hızla kapanıyor. Öyle ki, saniyede 200 kere kanat çırpan, mükemmel manevra kabiliyetleri olan sinekler bile kapana kısılıyor. İyi ama sinekkapan bitkisinin kasları yok. Öyleyse, yaprakları nasıl bu kadar hızlı kapanabiliyor?

Araştırmalar, böcekkapan Venüs bitkisinde elektriksel bir sistemin varlığını kanıtlıyor. Bitkinin yaprağının her iki kanadında da bulunan üçgen şeklinde dizilmiş üçer tane tüyün, fiziksel uyarımları elektriksel uyarılara dönüştürebilme özelliği var. Tüyler, yeterince uyarıldığında, dipte kümelenmiş hücrelerin elektriksel özelliklerinde ani değişimler ortaya çıkıyor. Elektrik sinyalleri, bitkinin dokuları boyunca iletilerek büyük motor hücrelere ulaştırılıyor. Sinyaller, yaprağın iç tarafındaki hücrelerin zarlarının geçirgen hale gelmesini ve içlerindeki suyun birdenbire boşalmasını sağlıyor. Hidrolik basıncını kaybeden hücreler, delinmiş balonlar gibi sönünce, yaprak hızla kapanıyor. Bu ilk kapanışın ardından bitki, yaprağın yüzeyindeki algılayıcı bezler aracılığıyla avının adeta tadına bakıyor. Av protein içeriyorsa, tuzak daha sıkı kapanıyor. Tersi durumda ise, yavaş yavaş açılıyor.

Bir yaprak ölmeden önce, ancak üç dört kere tuzak görevi yapabiliyor. Bitkinin yapısı tuzakların gereksiz yere kapanmasını önlüyor. Sözgelimi, nektar salgılayan bezler yalnızca yaprak kenarlarında bulunuyor. Çok küçük böcekler tüylere dokunmadan da beslenebiliyor. Ayrıca tüylerden birine iki kez dokunulmazsa ya da iki ayrı tüye temas edilmezse tuzak kapanmıyor. Bitkinin bu şaşırtıcı özelliği nedeniyle, bir yağmur damlası sistemi çalıştıramıyor. Birinci dokunuştan sonraki yaklaşık yarım dakikalık sürede ikincisi gerçekleşmezse, sistem harekete geçmiyor.

Kapanma hızı nem miktarı, ışık, avın büyüklüğü ve genel yetişme koşulları gibi etkenlere bağlı olarak değişebiliyor. Bu hız ayn zamanda bitkinin sağlıklı olup olmadığının da bir göstergesi.

İçeride kalan avın kurtulma çabaları, daha çabuk sindirilmesini sağlıyor, çünkü hayvan kımıldadıkça, daha çok sindirim sıvısı salgılanıyor. Hayvanlar, boğularak veya ezilerek ölüyorlar. Birkaç gün süren sindirim ve soğurma işlemleri sonrasında, gövdelerinden, yalnızca kütiküla gibi sindirilemeyen sert kısımlar kalıyor Bunlar da dışarı atılıyor.

Bir fare kapanı gördüğünüzde, bunun bir tasarım örneği olduğunu bilirsiniz. Çünkü hassas mekanizmanın her parçası, fareyi yakalamak için özel olarak ayarlanmıştır. Sinek yakalayan bu bitki ise, bir fare kapanından çok daha karmaşık ve ince bir tasarımdır. Bu tasarımın tesadüfen oluşamayacağı ve bir Yaratıcı'nın eseri olduğu ise elbette çok açıktır


UTRICULARIA


Dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmış 200'den fazla Utricularia türü bitki bulunuyor. Kökleri olmayan bu bitkiler, sığ göllerde, durgun derelerde ve bataklıklarda yaşıyorlar. Yeşil, ince sapları ve dalları, su üstünde açan güzel çiçekleri var. Karada yaşayan birkaç türün dışındakiler, genellikle hiçbir yere bağlanmadan suda yüzüyorlar.
Utricularia türü bitkilerin saplarında çok sayıda küçük, saydam kesecikler bulunuyor. Bu keseciklerin kapakları içe doğru açılıyor; en büyükleri yaklaşık 0,6 cm. genişliğinde. Normalde, büzüşmüş durumdalar ve içlerinde çok az su var. Küçük bir su canlısı, kesecik kapağının çevresindeki kirpiklerden birine dokunduğunda, kapak büyük bir hızla açılıyor ve içeriye dolan suyla birlikte av da tuzağa giriyor. İçi suyla dolar dolmaz kapak kapanıyor, ardından su yavaş yavaş dışarıya pompalanıyor ve av sindiriliyor.

Balık 'yiyen' etçil bitki bile var. Hiçbir yere bağlanmadan suda yüzen keseotu (Utricularia) supireleri, minik balıklar gibi küçük su canlılarıyla besleniyor. Saplarında çok sayıda minik kesecik var. Bunlar, normalde büzüşmüş durumda ve içlerinde çok az su var. Küçük bir canlı keseciklerinden birinin kapısındaki tüy benzeri uzantılara dokunursa, kapı müthiş bir hızla açılıyor ve içeri dolan suyla birlikte o da içeri giriyor. Kapı kapanıyor, içeride kalıyor. Dr. Rice kesenin içindeki suyun özel salgıbezleriyle dışarı pompalandığını, böylece kesenin tekrar hazır hale geldiğini belirtiyor. Sızmayı önleyici sümüksü bir madde ve kapı eşiği de kapının sıkıca kapanmasını sağlıyor.

Tüm bitki hücrelerine yaptıkları işleri ilham eden, onlara emriyle istediklerini yaptırtan elbette ki sonsuz kudret, akıl ve bilgi sahibi olan Rabbimiz Allah'tır.



DROSERA





Drosera bitkisi "Güneş gülü" diye de anılıyor. 100'ü aşkın Drosera türünün çoğu Avustralya'da yaşıyor. Hemen hepsinin gülünkine benzer şeklinde dizilmiş yaprakları ve kısa sapları var. Çeşitli iklimlerde yaşayabilen bu güzel bitkilerin yaprakları, ip ya da kürek şeklinde veya yuvarlak olabiliyor.

Yapraklarındaki küçük dokunaçların içerdiği çiyi andıran yapışkan nektar damlaları, sineklerin, kelebeklerin, tayyare böceklerinin, hatta küçük farelerin bile bitkiye yapışıp kalmasını sağlıyor. Hayvanların kurtulma çabaları daha çok yapışkan madde salgılanmasına yol açıyor. Dokunaçlar yavaş yavaş avın üzerine doğru kıvrılıyor ve onu yapışkan maddenin içine bastırıyorlar. Bitkinin hareketlerini düzenleyen bir sinir sistemi yok, buna rağmen dokunaçları doğru yöne kıvrılabiliyor. Kum taneleri ve yağmur damlaları, bazı böceklerden ağır oldukları halde, dokunaçları etkilemiyor.

Onları harekete geçiren unsur, avın kımıldaması. Bazı türlerde yapraklar da avın çevresini sarıyor. Sonunda av boğularak ölüyor ve sindiriliyor. Dokunaçların eski konumlarına dönmeleri bir ya da iki haftayı bulabiliyor. Yapraklar ölmeden önce üç, dört böceği sindirebiliyorlar.

Renkleri Drosera'nın yapraklarının rengiyle uyuşan Apiomerus türü böcekler, bu bitkinin yapraklarında ve saplarında yaşıyorlar. Bitkinin yapışkan salgısı çok güçlü olduğu halde, bu canlıları tutamıyor. Böcekler, yakalanan avlardan kalanları hortumlarıyla emiyorlar. Onların dışkıları da Drosera tarafından sindiriliyor ve emiliyor.

Bütün bunları bitkilerin kendi kendilerine düşünmeleri, hesaplamalar yapmaları ve gereğini yerine getirmeleri imkansızdır. Üstelik her yeni doğan bitki bu bilgilere sahiptir. Bütün bunlar bizi tek bir sonuca götürür. Herşeyden haberdar olan, üstün güç sahibi Rabbimiz bitkilere neler yapacaklarını ilham etmektedir.


HELIAMPHORA



Etobur bitkiler arasında sayılmasına rağmen, Heliamphora kendi sindirim sıvısını kendisi üretmez. Simbiyotik bakterilerinin enzimlerinin avını kendisi için parçalamasını bekler. Ancak avlarını kendileri sindirmeselerde, görsel ve kimyasal bir takım sinyaller kullanarak avlarını tuzağa düşürür ve görünmez bir tuzak çukuru ile öldürürler.
Dışarıdan bakınca bilinçli yapıldığı görülen bu hareketlerin ardındaki aklın sahibi elbette bitkiler değildir. Onları ve herşeyi üstün bir akla sahip olan Allah yaratmıştır.
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin Yaratandır… İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir." (Enam Suresi, 101-102)


NEPENTHES


Nepenthes etçil bir bitkidir. Genellikle besin maddeleri açısından fakir topraklarda yaşayan bu türlerin - bundan başka çok sayıda etçil bitki var -çoğu böcek gibi küçük hayvanlarla besleniyor. Nepenthes de içi sindirim sıvısıyla dolu, sürahiyi andıran tuzaklara sahip bir bitki. Kaygan yüzeyinden düşen böcekler bu sıvıda boğuluyor. Şunu da belirtelim, tavanda baş aşağı yürüyen, duvara tırmanan bu hayvanların yüzeylere tutunmalarını sağlayan özel 'ayakkabıları' var.

Böceklerin ayakları bilim insanlarının ilgi odağı. Söz gelimi kısa bir süre önce Max Planck Enstitüsü, Stanislav Gorb ve ekibinin 'güçlü bir bant' yaptığını açıkladı. Böceklerin ayaklarında bulunan uçları mantar şeklindeki tüyleri örnek alan, yıkanabilen ve defalarca kullanılabilen bir bant. Ünlü karınca uzmanı Prof. Bert Hölldobler ve meslektaşları, karıncaların kaygan bitki yüzeylerinde nasıl yürüyebildiklerini anlayabilmek için örücü karıncalarla (Oecophylla) deneyler yaptı. Bir örücü karınca, kendi ağırlığının 100 katı ağırlığında bir metal parçasını taşıyarak cam tabaktan baş aşağı sarkabiliyor! Ama Nepenthes'in kaygan yüzeyi örücü karıncanın bile ayaklarını kaydırıyor.

Sürahinin kaygan iç yüzeyi iki ayrı tabakadan oluşan mumsu bir maddeyle kaplı. Üst tabaka, böceğin ayaklarına bulaşıp tutunma özelliklerini azaltan mikroskopik parçacıklardan oluşuyor. Bunun altında ise delikli yapısından dolayı böceğin ayaklarının temas ettiği alanı azaltan bir tabaka bulunuyor.

Borneo yağmur ormanında yaşayan bir Nepenthes türünü inceleyen araştırmacılar da sürahilerin içindeki ağdalı sıvının sağanak yağmurda da bu özelliğini koruduğunu keşfetti. Montpellier Üniversitesi ve Marseille Üniversitesi araştırmacılarının çalışmaları, Kasım 2007'de PLoS One'da yayımlandı. Deneylerde sıvının yüzde 90'dan fazla sulandırıldığında bile, kısa sürede sineklerin vücudunu tamamen kapladığı ve hareket edemez hale getirdiği gözlemlenmişti. Bu özel sıvının tam olarak ne içerdiği ise belirlenemedi.
Bitkilerdeki bu şuurlu hareketler gerçekte Allah'ın sonsuz aklının tecellilerindendir. Rabbimiz yeryüzündeki herşeyi kontrolü altında tutandır.


PINGUICULA (YAŞ ÇANAĞI)





Etobur bitkilerden olan Pinguicula (yağ çanağı) gibi bitkiler yapışkan ve kaygan yüzeyli yapraklarıyla üzerlerine konan böcekleri ipliksi bir salgının içine alırlar. Bu salgının içinde bulunan protaz, lipaz ve asit fosfataz gibi enzimler böceği parçalayarak, böceğin sindirilmesini sağlarlar.

Kökleri çok az gelişmiştir. Bu bitkinin kökleri daha çok toprağa atılmış bir çapa gibidir ve sadece topraktan gerekli nemi çekmek için kullanılır. Bitkinin ihtiyacı olan diğer besinler avlarından elde edilir.

Böcekleri yakalayıp sindirmek için yapraklarının üzerine serpiştirilmiş iki özel tür salgı bezinden faydalanırlar, bu salgı bezleri genelde üst yüzeyde bulunur. Bu bezlerden biri yaprağın üzerinde kolaylıkla farkedilebilen su damlacıkları salgılar ve avı bu ıslak görüntü sayesinde bitkiye çeker. Bu damlacıklar fazla enzim içermez ve genelde sadece avı çekmek için kullanılırlar. Böcekle temasa geçtiklerinde diplerinde bulunan rezervuar hücrelerinden ekstra yapışkan, bakteri öldürücü özel bir sıvı salgılarlar. Böcek kurtulmak için çırpınmaya başladığında daha fazla bezi harekete geçirir ve av kendini bir zamk içinde hapseder.Bazı türler temas anında yapraklarını bükerek diğer salgı bezlerinin de böcekle temasa geçmesini sağlayabilirler.

Bitkide bulunan diğer salgı bezi türü ise yaprakların yüzeyinde bulunan “sapsız bezler”dir. Böcek yakalandıktan ve sindirim başladıktan sonra, ilk nitrojen akışı bu bezler tarafından salgılanmakta olan bir enzimi harekete geçirir. Bu enzimler böceğin yenilebilir kısımlarını parçalarlar. Bu sıvılar daha sonra yaprağın üzerindeki delikler tarafından emilir ve geriye sadece böceğin kabuki iskeleti (eğer böcek büyükse) kalır. Bu delikler bitkinin sindirim sürecinin bir parçası olsa da aynı zamanda bitkinin kurumasına neden olabilecek özelliktedir. Bu nedenle bu bitkiler oldukça nemli ortamlarda yaşarlar. Aynı zamanda yapraklarının üzerine düşen polenleri de sindirirler.
Bu bitkinin kendisine yaklaşan canlıları ustaca yakalayabilmesi ve bunları yakalamak için sahip olduğu muhteşem tasarım, sonsuz güç sahibi Rabbimiz'in üstün yaratışının göstergelerinden sadece bir tanesidir.


DISCHIDIA RAFFLESIANA


Etobur bitkiler, avlanırken yapraklarını kullanırlar. Bunlardan en ilginç olanı Dischidia rafflesiana isimli bitkidir. Bu bitki tam olarak etobur sayılmasa da, etobur bitkilerin uyguladığı yöntemlerden bir kısmını uygular. İbrik şeklindeki yapraklarıyla karıncalara yuva işlevi gören bu bitki çok kalabalık koloniler halinde yaşayan karıncaları yemez. Ancak onları besler ve karıncaların artıklarından elde ettiği nitrojeni besin olarak kullanır. Karıncalar ise hem hazır bir yuvayı kullanmış hem de bitkiye zarar veren canlılar bertaraf etmiş olurlar. Ayrıca Dischidia'nın keselerinde biriktirdiği su, kesenin iç yüzeyinde bulunan ek kökler tarafından emilerek kullanılır hale gelir.
Herşeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan Rabbimiz, yeryüzündeki tüm bitkileri de, yaşamlarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları her türlü detayla birlikte yaratmıştır. Allah herşeyi yoktan var eden ve kusursuzca yaratandır. Bir ayette şöyle buyrulur:
"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar..." (Secde Suresi, 5)

HAYVANLARDAKİ HAKİKATLER PLATIPUS (ORNITORENK)


Ornitorenk veya Platipus doğadaki en ilginç canlılardan biridir. O kadar ilginçtir ki, bilimadamları tarafından ilk başlarda bir aldatmaca bile sanılmıştır. Bu hayvanı açıklamanın en iyi yolu, onun hangi organlarının hangi başka hayvanlarınkilere benzerlik gösterdiğini belirtmek olacaktır: ördek (gaga ve perdeli ayaklar), kunduz (kuyruk) ve susamuru (vücut ve kürk). Bu hayvanların erkekleri zehirlidir; arka ayaklarının topuklarında bulunan keskin iğnelerindeki toksik zehri düşmanlarına karşı kullanabilirler.
Ornitorenkler suyun altında avlanırlar. Perdeli ön ayakları ile pedal çevirir şekilde yüzerken, arka ayaklarını ve kuyruklarını dümen olarak kullanırlar. Gözlerinin ve kulaklarının üzerinde bulunan kıvrımlı derileri, yüzerken bu organlara su girmesini engeller. Aynı zamanda burun delikleri de su altında iken su geçirmez bir şekilde mühürlenir. Bu haliyle bir ornitorenk birkaç dakika boyunca suyun altında kalarak avlanabilir.

Avustralya’da bulunan bu memeliler dipte beslenirler. Suyun dibinde ve dibine yakın yerlerde bulunan böcekler, larva, su kabuklusu ve solucanları ornitorenklerin yiyecekleri arasındadır. Tüm bu yiyecekler, dipte bulunan çakıl taşları ve çamur ile birlikte hayvanın yanak torbaları içinde saklanır ve yüzeye çıktığı zaman tüketilmesi için püre haline getirilir. Ornitorenklerin dişleri yoktur, bu nedenle ağızlarına aldıkları çakıl taşları yiyeceklerini çiğnemelerini sağlar.
Karada ornitorenkler biraz tuhaf bir şekilde hareket ederler. Ancak ön ayaklarında bulunan perdeler geri çekildiğinde ortaya çıkan tırnakları sayesinde rahatlıkla koşabilirler. Ornitorenkler tırnaklarını ve ayaklarını su kenarına çamurdan barınaklar kazmak için kullanırlar.

Ornitorenklerin üremeleri de oldukça ilginçtir; yumurtlayan iki memeli türünden biri olan ornitorenkler yumurtadan çıkan yavrularını emzirerek beslerler. Dişiler barınakların odacıklarına yapışarak yumurtlarlar. Dişi bir ornitorenk tek seferde yaklaşık bir ya da iki yumurta bırakır ve yumurtalarını bedeni ve kuyruğu arasında tutarak sıcak kalmalarını sağlar. Yavrular yumurtadan 10 gün içerisinde çıkarlar, ancak ilk çıktıklarında bir fasulye tanesi kadar küçük ve savunmasız oldukları için, anne ornitorenkler tarafından 3-4 ay boyunca yavrular yüzebilecek düzeye gelene kadar bakılırlar.

Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi / 45)



BOULENGERULA TAITANUS




Bu tropikal etobur sürüngenin dişileri, yetişkinliğe erene kadar yavrularına kendi derilerini ikram ediyor. 20-30 santimetre boyundaki yavruları, annelerinin dış deri hücrelerini kemirmeye elverişli özel dişlerle dünyaya geliyor.

O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiç bir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi / 56)



AARDWARK


Aardvarklar Afrika kökenli memelilerdir. İsimleri Güney Afrika’nın Afrikaan dilinden gelmektedir ve “dünya domuzu” demektir. Aardvarkin uzun gövdesi ve uzun burnu ilk bakışta bir domuzu andırmaktadır. Daha yakından gözlemlendiğinde, aardvarkin daha farklı hayvanların özelliklerini de barındırdığı görülmektedir. Örneğin tavşan gibi kulakları ve kanguru gibi bir kuyruğu vardır ancak bu hayvanlardan hiçbiri ile bir akrabalığı yoktur.

Aardvarklar gece beslenirler. Sıcak Afrika gündüzlerini pençeleri ile kazdıkları serin yeraltı barınaklarında geçiren aardvarklar, güneş battıktan sonra aynı pençeleri en sevdikleri yiyecek olan termitleri avlanmak için kullanırlar.

Otlaklarda ve ormanlarda yem arayan aardvarklar, büyük bir termit tepeciği bulabilmek için bazen bir gecede millerce yol katederler. Aç bir aardvark, verimli görünen bir tepeciğin sert kabuğunu ön pençeleri kazdıktan sonra uzun, yapışkan ve solucana benzeyen dilini kullanarak içerideki böcekleri yemeye başlar. Toz ve dumandan korunmak, böceklerin içeri kaçmasını engellemek için burun deliklerini otomatik olarak kapatabilir,ve kalın derisi onu böcek ısırıklarına karşı korur. Yerin altında bulunan karınca yuvalarında beslenirken de benzer bir teknik kullanır.

Dişi aardvarklar tipik olarak her sene yavrularlar. Genç aardvarklar kendi barınaklarını hazırlamak üzere ayrılmadan önce 6 ay boyunca anneleri ile kalırlar. Aardvarkların kazdıkları barınaklar birden fazla girişi olan ve ciddi bir kazı çalışması olarak bakılması gereken mimari çalışmalardır.


PROBOSCIS MAYMUNU

Proboscis maymunu aynı zamanda uzun burunlu maymun olarak da bilinir. Bu maymun türünün en belirgin özelliklerinden biri erkeklerinin burunlarının oldukça uzun (7inch) olmasıdır. Bu burunlar hem çiftleşmede hem de uyarı çağrılarını genişletmek amacıyla oluşturulan bir çınlama çemberi olarak kullanılmaktadırlar. Herhangi bir nedenle huzursuz olursa maymunun burnu kanla dolar ve çıkardığı sesler daha gür ve belirgin bir hale gelir.

Erkek maymunlar dişilere nazaran çok daha büyüktürler ve boyutları 72 cm’i bulabilir, kuyruğu ile bu uzunluk 75 cm’e kadar çıkar, kiloları ise yaklaşık 25 kg’dır. Dişi maymunlar ise 60 cm uzunlukta ve 12 kg ağırlıktadırlar. Proboscis maymunları boyut olarak dişi ve erkek arasındaki farkın en belirgin olduğu maymun türüdür.
Proboscis maymununun aynı zamanda çok büyük bir midesi vardır. Sindirim sistemi kompartmanlara ayrılmıştır; bu kompartmanlarda bulunan bakteriler selülözü sindirir ve yapraklarda bulunan toksinleri etkisiz hale getirirler. Bu sayede maymun yaprak yiyebilir. Proboscis maymununun midesi tüm vücudunun dörtte birini oluşturur. Bu benzersiz sindirim sisteminin yan etkisi ise olgunlaşmış meyveleri sindiremiyor olmasıdır; bu nedenle proboscis maymununun diyetini tohum, yaprak ve olgunlaşmamış meyveler oluşturur.


ADEILE PENGUENLERİ



Adélie penguenleri Antartika’da oldukça ufak sahil adalarında yaşarlar. Kış mevsimini Antartika buzullarını çevreleyen denizlerde geçirirler.
Adélie penguenleri karides benzeri suda yaşayan küçük yaratıklarla, balık ve kalamarla beslenirler. Avlarını bulmak için 175 metre derinliklere kadar dalabilirler ancak genellikle daha sığ sularda (yarısı kadar derinlikte olan) beslenirler.

Diğer penguenler gibi becerikli ve verimli yüzücülerdir. Bir öğle yemeği için yaklaşık 300 kilometre yolu çok rahat katedebilirler.

Bahar çiftleşme döneminde, binlerce penguenden oluşan geniş bir grup olarak Antartikanın kayalıklı sahil kıyısına yerleşirler. Karadayken yuvalarını inşa eder ve bu yuvaları küçük kaya parçalarıyla belirginleştirirler. Penguenlerin paytak yürüyüşüne sahip olsalar bile, yayan olarak uzun mesafeleri yürüyebilirler. Baharın ilk haftalarında, buzullar parçalanmadan once, yuvalarından açık sulara ulaşabilmek için 50 kilometre yürümeleri gerekir.

Erkek ve dişi Adélie penguenlerini birbirinden ayırt etmek imkansızdır. Dişi yumurtladıktan sonra (bir çift yumurtası vardır) sırayla yumurtaları sıcak tutmak ve korumak için kuluçkaya yatarlar. Eğer gıda bakımından sıkıntı varsa bir çift yavrudan sadece bir tanesi hayatta kalır. 3 hafta sonra ebeveynler yavruları yalnız başlarına bırakabilirler, ancak yavrular yine de güvende olmak için gruplar halinde dolaşırlar ve dinlenirler. Genç Adélie penguenleri dokuz hafta içinde kendi başlarına yüzmeye başlarlar.
Dişi ve erkek penguenlerin dayanışma ve iş bölümü içinde yumurtalarını ve yavrularını en zor koşulları göze alarak korumalarını, yavrularını bir an bile yalnız bırakmamalarını onlara Allah ilham etmektedir. Her canlıyı yoktan var eden, denetleyen, her an gözleyen ve her canlıya davranışını emreden, yerlerin, göklerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah'tır. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle haber vermektedir:
"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)


ALBATROS



Albatroslar tüm kuşlar arasında en uzun kanat boyuna sahip olanlardır. Bir albatrosun kanatları 3.4 metre uzunluğa kadar ulaşabilir. Bu geniş ve uzun kanatları sayesinde okyanus üzerinde esen rüzgarlarda sörf yapabilir ve saatler boyunca hiç kanat çırpmadan havada kalabilir ve saatte 40 km hızla uçabilirler. Aynı zamanda deniz yüzeyine yakın bir şekilde de uçabilirler, ancak bu şekilde uçmak onları deniz canlıları için kolay bir av yapar. Diğer bir takım deniz kuşları gibi albatroslar da deniz suyu içerler.

Yaklaşık 50 sene yaşayabilirler. Oldukça uzun ömürlü olan bu deniz kuşlarına karada sıkça rastlayamazsınız; sadece yavrulayacakları zaman karaya inerler. Karaya indikleri bu nadir zamanlarda da büyük koloniler şeklinde ve ıssız adalarda olmayı tercih ederler. Tek bir yumurta yumurtlarlar ve dişi-erkek olarak yumurtaya sırayla bakarlar. Genç albatroslar cinslerine gore 3-10 ay içerisinde uçabilecek duruma ulaşırlar ve kendileri çiftleşmeye hazır olana kadar, yani yaklaşık 5-10 sene boyunca bir daha karaya adım atmazlar.


TİMSAH KAPAN KAPLUMBAĞA



Bu kaplumbağa dünyadaki en büyük tatlı su kaplumbağalarındandır. Zımbalı kabuğu, gaga benzeri ağzı ve kalın ölçekli kuyruğu ile bu tür çoğu zaman kaplumbağa dünyasının dinozoru olarak da adlandırılır.

Genelde nehirlerde, kanallarda ve Güneydoğu Amerika’nın göllerinde rastlanan bu timsah kapanlar 50 ile 100 yaşına kadar yaşayabilirler. Erkeklerin dış kabuklarının kalınlığı 66 cm ve ağırlığı 80 kg kadardır; ancak 100 kg’ın üzerine bile çıkabilirler. Dişileri ise oldukça küçüktür (23 kg kadar).

Timsah kapanlar zamanlarının çoğunu suda geçirirler; tek istisna dişilerin kıyıdan 50 m içeride yuva yapmak için karaya çıkmalarıdır. Daldıkları zaman 40-50 dakika boyunca suyun altında kalabilirler. Timsah kapan kaplumbağa avlanırken değişik bir tuzak kullanır; dili aynen bir solucanı andıran kırmızı renkli bir et parçasını destekler. Bu et parçası ile hareketsiz bir şekilde suyun üzerinde durduğu zaman meraklı balıkları ve kurbağaları yakalayabileceği kadar yakınına çekebilir.

Yetişkin timsah kapanların insanlar dışında başka bir avcıları yoktur. İnsanlar tarafından egzotik oldukları için ve kabukları için avlanırlar.

AMAZON BOYNUZLU KURBAĞASI



Amazon boynuzlu kurbağasının en dikkat çekici özelliği boyutlarıdır. Bu kurbağalar 20 cm’ye kadar uzayabilirler, bu da bir çay demliği kadardır. Tatlısu bataklıklarında ve göletlerde bulunurlar.

Amazon boynuzlu kurbağasının bu kadar büyük olmasındaki yegane sebep önüne çıkan herşeyi ayrım yapmadan yemesidir. Tipik pusuya düşüren avcı stiline sahip olan bu kurbağalar, yaprak kümelerinin altına bedenlerini gizlerler ve sadece kafaları açıkta kalır. Kendi vücutlarından küçük herhangi bir şey önlerinden geçerse, çamurdan çıkarak üzerine atlar, pençelerinin arasında keskin dişleri ile yakaladıktan sonra, bütün olarak yutarlar.

Bulundukları arazi konusunda çok hassastırlar ve inanılmaz derecede aç gözlü hayvanlardır. Öyle ki birçoğu ağızlarında kendilerinden daha büyük, yani sindirmelerinin imkansız olduğu avlarla ölü bulunmuşlardır. Kocaman ağızları ve doymak bilmeyen iştahları onlara Pac man kurbağaları adını kazandırmıştır.

Dişileri erkeklere gore daha büyüktürler ancak erkek kurbağalar daha gösterişli renklere sahiptirler. Ufak boynuzları ise yaprak saplarını andırdıkları için kamufle olmalarına yardımcı olur.

İNSANDAKİ HAKİKATLER MUCİZE DİNAMİK: HIZ


Bizler hiç farkında değilken hem kendi vücudumuzda hem de çevremizde hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan işlemler, tam da olmaları gereken süratle gerçekleşirler. Bu hızı örneğin beyin hücrelerinin hızla birbirleriyle iletişim kurmalarında, gözden, kulaktan, burundan, dilden ve deriden gelen sinyallerin hızla elektrik sinyaline çevrilip sinir hücreleri aracılığıyla beyne ulaşmasında, bitkilerin fotosentez gibi son derece kompleks bir işlemi gerçekleştirmelerinde, bizden milyonlarca kilometre uzakta olan Güneş'in ışığının olağanüstü bir hızla bize ulaşmasında, sesin hızında ve daha pek çok olayda görebiliriz.

Bu işlemlerdeki olası bir saniyelik bir gecikme bile insanlara büyük zararlar verebilecekken böyle bir gecikme hiçbir zaman yaşanmaz. Tüm işlemler en uygun süratle, kusursuzca gerçekleşir. Bizler de bu sayede hayatımızı hiçbir aksaklık yaşamadan sürdürebiliriz.

Gözdeki Hız



Siz bu cümleyi okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. Saatte 500 km hızla beyne mesaj ileten 600 bin sinirle beyne bağlı olan göz, aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve beyne gönderir.

Göze gelen ışık ışınları korneadan, gözbebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Saydam tabakanın bükümlü üst yüzeyi ve mercek, ışınları kırar ve nesnenin (resmin) görüntüsü ters çevrildikten sonra retinaya ulaşır.

Işığa duyarlı hücreler (reseptörler; koni ve çubuk hücreler) ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak yollarlar. Retinadan gelen görüntü orjinaline göre baş aşağı durumda ve ters taraftadır. Ancak beyin yeniden yorum yaparak görüntünün düz olmasını sağlar. Bu elektriksel uyarılar beyne nesnenin çeşidi, büyüklüğü, rengi, uzaklığı hakkında haber götürürler ve tüm bu dizi işlemler saniyenin onda biri kadarlık bir sürede gerçekleşir. Görme gerçekleşirken bir saniyede meydana gelen işlem sayısı şu an mevcut hiçbir bilgisayarın yapamayacağı kadar yüksektir.

Kalpteki Hız

Bizler hiç farkında değilken vücudumuzdaki 100 trilyon hücre, damarlarımızda dolaşan kan ve tüm organlarımız muazzam bir hızla görevlerini yerine getirmektedirler.




Kalp dakikada 70 kere ve her yıl yaklaşık 37 milyon kereden fazla hareket eden bir kastır. Bir insanın ortalama hayatı boyunca ise yaklaşık 2.5 milyar vuruş yapar ve yaklaşık 300 milyon litre kan pompalar. Kalp, uyuduğunuz zaman bile saatte yaklaşık 340 litre kan pompalar. Bir başka deyişle kalbimiz bir arabanın yakıt deposunu saatte 9 kere doldurur. Bedensel hareketler sırasında, örneğin koşarken, temposunu daha da artırır ve saatte yaklaşık 2 bin 270 litre kan pompalar. Eğer kalp böyle hızlı çalışmasaydı ve bu kadar çok işi bu kadar kısa aralıklarda gerçekleştirmeseydi kan vücudun dört bir yanına gereken zamanda pompalanamayacak bu da tüm organların işlevlerini yapmasını engelleyecekti.
Hiçbir kalp, pompaladığı kanı temizleyecek bir akciğer olmadıktan sonra, tek başına herhangi bir bedeni bir dakikadan fazla yaşatamaz. Bu durumda dolaşım sisteminin tek bir anda tüm parçalarıyla var olmuştur. Bu da, kalpteki ve dolaşım sistemindeki kusursuz bir tasarımı yani yaratılmışlığı gösterir ve Alemlerin Rabbi olan Allah'ın eşi benzeri olmayan yaratma sanatını tanıtır.

Kanın Pıhtılaşmasındaki Hız

Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda yaranın bulunduğu bölgedeki proteinler, enzimler ve hormonlar hızla kendi aralarında haberleşip pıhtılaşmayı sağlayacak mekanizmayı oluştururlar. İlk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. "Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde durmalarını sağlar. Olay yerine gelen ilk trombosit, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine çağırır. Bu arada, vücutta yer alan 20'ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten enzimler kendi aralarında verirler.



Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler, diğerleri haberin mahiyetini anlayıp hızla olay yerine gelir ve her biri görevini eksiksizce yerine getirir.

Sistem en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir şekilde büyük bir hızla çalışmaktadır. Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı, kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık.

Burada çok küçük bir bölümünü incelediğimiz, fakat tüm yaşamımızı kuşatmış olan bu son derece dengeli hız, Allah’ın insanlara rahmetinin delillerinden sadece biridir. Hem kendi vücudumuzda hem de evrenin her köşesinde yaşam için gerekli olayların olması gereken en uygun süratle gerçekleşmeleri, belki de hiç farkında olmadığımız bir nimettir. Meydana gelen her olayın hızının, ihtiyaca uygun olarak son derece hassas bir şekilde ayarlanmış olması sayesinde yaşam mükemmel uyumuyla devam eder.



YUMURTLAMA ANI





Yumurta serbest bırakılmadan kısa bir süre önce, olgunlaşmış foliküldeki dokular enzimler tarafından parçalanır. Folikül, yumurtalığın yüzeyinde bulunan içi sıvı dolu bir kesedir. Bu olay kırmızımsı bir çıkıntı oluşmasına neden olur. Bir süre sonra da bir delik belirir ve bu deliğin içerisinden destek hücreleri tarafından korunan yumurta çıkmaya başlar. Yumurta çıktıktan sonra, onu rahime taşıyacak olan fallopia kanalına girer.

Modern embriyolojinin bulgularıyla insanın Kuran'da tarif edilen oluşum aşamaları, tam bir uyum içindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah bu gerçeği yüzyıllar öncesinden insanlara bildirmiştir.
O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: "Ol" der, o da hemen oluverir. (Mümin Suresi, 67-68)



SPERMLER NASIL OLUŞUR?

300 milyon elemana sahip olan bu dev ordu erkeklerin bedeninde bulunur. Ordunun askerleri ise spermlerdir. Boyları milimetrenin yaklaşık %1'i kadar olan spermler hedeflerine, yani yumurta hücresine ulaşmak için oldukça uzun bir yol kat ederler.

Birlikte yola çıkan 300 milyona yakın sperm hücresinden en dayanıklı olan 1000 tanesi yumurtaya ulaşmayı başaracaktır. Dolayısıyla sperm sayısının çok yüksek olması ile birlikte, yumurtanın döllenmesini engelleyebilecek riskler de ortadan kaldırılmıştır.

Bunların içinden de tek bir tanesi yarışı kazanacak ve yumurtayı dölleyecektir. Spermler bu yarışa başlamadan önce ilk olarak erkek üreme organlarında uzun bir yolculuğa çıkarak olgunlaşma aşamalarından geçerler. Bu olgunlaşma safhalarında spermlerin pek çok yardımcısı vardır.

Spermlerin yaşayabilmeleri için bulundukları bölgenin serin olması gerekmektedir. İnsanın normal vücut ısısı 37°C'dir. Bu, spermler için öldürücü bir sıcaklıktır. Bu nedenle spermler vücudun içinde yaşayamazlar. Testislerin en büyük özelliği ise vücudun dışında olmasıdır. Allah erkek bedeninde yarattığı bu özel tasarım sayesinde, spermlerin oluşmasına en uygun ortamı hazırlamıştır.

Erkek üreme organları olan testisler gerek konumları, gerek üretim kapasiteleri, gerekse içerdikleri sistemlerle birer tasarım harikasıdırlar.





Testisler çeşitli kanalcık sistemlerinden oluşur. Oldukça geniş bir alana sahip olan bu kanalcık sistemi sayesinde milyonlarca spermin hızlıca oluşabileceği ve kolaylıkla stoklanabileceği bir mekan elde edilmiş olmaktadır. Hızlı üretimin ve stoklama işleminin neden gerekli olduğu ise, bir yumurtanın döllenmesi için üretilen 200-300 milyonluk sperm miktarına bakıldığında anlaşılmaktadır. Üretim miktarı göz önüne alındığında minyatür fabrikalar olarak nitelendirilebilecek testislerde, sperm üretiminin gerçekleştiği ve toplam uzunlukları yaklaşık 500 metreyi bulan 1000'e yakın kanalcık vardır. Bu kanalcıklar "seminifer tüpçükler" olarak adlandırılır. Her birinin ortalama uzunluğu yaklaşık 50 cm olan kanalcıkların içerisinde zaman içinde gelişerek spermleri oluşturacak sperm ana hücreleri bulunur.

Sperm ana hücreleri (spermatogonium) seminifer tüpçüklerinin çeperlerinde yer alır. Bir süre sonra çoğalmaya başlayan bu hücreler bir mitoz ve iki mayoz bölünme gerçekleştirirler. Önceki bölümde belirttiğimiz gibi, döllenmeden sonra babadan gelen spermden bebeğe aktarılacak olan kromozom sayısının 23 olabilmesi için, sperm ana hücreleri mayoz bölünme geçirerek kendi kromozom sayılarını yarıya indirirler.

Bu bölünmeler sonucunda 4 tane "spermatid" adı verilen hücre oluşur. Ancak bu hücreler dölleme özelliğine sahip değildir. 23 kromozomlu olan bu küremsi hücrelerin dölleyebilme özelliği kazanmaları için yeni değişikliklere ihtiyaç vardır.

Erkek üreme sistemindeki bu önemli ihtiyaç düşünülmüş ve tam gereken yere spermatid hücrelerinin gelişimine yardımcı olacak bir hücre grubu yerleştirilmiştir. Mayoz bölünmeden sonraki ilk bir-iki hafta içinde, her spermatid hücre kendisini kuşatan bu yardımcı hücreler (sertoli hücreleri) tarafından fiziksel olarak yeniden şekillendirilecektir. Bu bölünme işlemlerinin son aşamasında ise spermi sperm yapan kuyruk, çekirdek ve spermin baş kısmındaki enzimlerle dolu akrozom gibi yapılar ortaya çıkacaktır.

Bu şekillenme işlemlerinin tümü kanalcıklarda bulunan, biraz önce söz ettiğimiz "sertoli" hücrelerinde gerçekleşir. Uzun kolları (sitoplazmik uzantıları) olan bu hücreler oldukça büyüktür. Sertoli hücreleri gelişmekte olan spermatid hücrelerini kolları ile sıkıca sararak, kendi sitoplazmalarının içine iyice gömülmelerini sağlarlar. Bu şekilde onlara, gelişim süreçleri boyunca besin sağlayacak ve onları sürekli kontrol altında tutacaklardır.

Kuşkusuz burada kısaca özetlediğimiz bu olayda aslında büyük bir mucize gerçekleşmektedir. İnsanın soyunu sürdürmesini sağlayan spermler, sertoli hücreleri dediğimiz, proteinlerden, aminoasitlerden oluşan yapılar sayesinde meydana gelmektedir. Burada bir düşünelim. Bir sertoli hücresinin, daha doğrusu aklı, şuuru, gözü, kulağı, beyni olmayan bir hücrenin kendisini böyle bir göreve adamış olması büyük bir mucizedir. Böyle bir olayın gerçekleşmesi bu hücrenin üstün bir akıl sahibi tarafından kontrol edildiğinin apaçık bir delilidir. Üstelik bu hücrelerin tam gereken yerde, yani spermlerin geliştiği seminifer tüplerde yer alması ve tam gereken özelliklere (örneğin spermatidlere göre daha büyük bir yapıya) sahip olması da insan bedenindeki kusursuz tasarımın milyonlarca delilinden bir tanesidir.


Özel Asidik Ortam

İnsan üreme sisteminde spermlerin yumurtayla karşılaştığı ortam asidiktir. Buna karşı spermde de özel bir zırh bulunur. Peki spermin karşılaştığı bu asidik ortam ne işe yarar?

Bu özel asidik ortam, burada çeşitli mikropların üremesini, sperm canlılığının ve hareketliliğinin korunmasını sağlar. Spermler karşılaştıkları bu ortam sayesinde vajinada ortalama 72 saat canlı kalabilir. Eğer bu şekilde bir ortam olmasaydı ya da spermin üzerined koruyucu bir zırh olmasaydı spermler hemen ölür ve insan hayatı devam edemezdi.
kendilerini bekleyen zorlu engellere, ölümcül tehlikelere rağmen asla vazgeçmeyen bir ordu. Bu ordunun elemanlarının hedeflerine ulaşabilmek için kat etmeleri gereken mesafe ise kendi boyutlarından yüz binlerce kat fazla olsun. Bu kadar kalabalık ve böylesine zorlu bir yolculuğa çıkan bir ordunun hedefe ulaşabilmesi için elbette ki yardımcılara, yol göstericilere, ek teçhizatlara ihtiyacı olacaktır.

Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiç bir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir.(Hac Suresi, 5)

ENDORFİN MUCİZESİ





Endorfin, insan vücudunda ağrıyan dokularda ağrının azalması için beyin dokuları tarafından üretilen hormonlara verilen isimdir. Hormonun işlevi, ağrının şiddetini azaltmak ve vücuda daha az rahatsızlık vermesini sağlamak için sinirleri uyuşturmaktır.
Bütün özelliklerinde de görüldüğü gibi bedenimizdeki yapı bize ondaki kusursuz tasarımı yani "yaratılmışlığı" gösterir ve kendisini tasarlayanı tanıtır. Kendisi görünmeyen ama yarattığı herşeyde bize kendisini tanıtan, Alemlerin Rabbi olan Allah'ı tanıtır:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102)



DERİMİZDEKİ BAKTERİLER





Kolunuzu önünüze uzatıp şöyle bir baktığınızda ne görüyorsunuz? Herhalde 200’den fazla bakteri türünün kaynadığı bir minyatür hayvanat bahçesi değil. Ama durum bu. Koldan aldıkları örnekler üzerinde çalışan New York Tıp Okulu araştırmacıları, 250’ye yakın bakteri türü saptadıkları gibi, bunlardan bir kısmının da tümüyle yeni türler olduklarını söylüyorlar. Yıllar içinde insan derisi ü zerinde varlığı saptanan bakteri türlerinin sayısı yaklaşık 50’nin üzerinde.

Bakterilerle ilgili bilgi birikiminin çoğuysa bugüne kadar kültür kaplarında yapılan üretim çalışmalarından gelmiş durumda. Yeni araştırmanın farkı, 6 kişiye ait deri örneklerinden elde edilen bakterilerdeki ribozomal DNA’ların genetik açıdan incelenmesi. ilk incelemede ortaya çıkan tür sayısı 182 iken ikincisinde buna bir 65 tür daha eklenmiş. Bunların yarısı kadarı, bol bulunduğu bilinen bakteri gruplarına ait; yaklaşık % ’lik bir kesim de literatürde henüz tanımlanmamış yepyeni türler. İginç bir bulgu da, her bir bireyin, türlerin bileşimi bakımından büyük ölçüde kendine özgü bir populasyon barındırıyor olması. Bunun olası açıklamasıysa insan derisinin özelliklerinin kifliden kifliye önemli farklılıklar içermesi. Araştırmacıların bundan sonraki hedefleri, çalışmanın benzerini egzema gibi belirli deri rahatsızlıkları olan kişilerde tekrarlamak.

Derimizden, bağırsaklarımızın en derin girintilerine kadar, bakteri kolonileriyle kuşatılmış bir kültür yığını. ABD'deki Idaho Üniversitesi'nden Carolyn Bohach'a göre: " 2-2,5 lt. bir kavanoz, vücudumuzdaki bakterileri doldurmak için yeterlidir. Emziren kadınlarda, meme bezleri de birer bakteri yuvasıdır."
İnsan hücresine oranla çok küçük olan bakteri hücrelerinin sayıları, araştırmaya göre, insan hücrelerininsayısından, 10 kat fazla! Bakterilerin vücudumuza yerleşmesi, doğumla başlıyor. Daha doğarken bebekler, ağız dolusu bakteri yutuyor. Başta anne derisi, anne sütü olmak üzere,bakteri kaynağıçok. Bu bakteriler ağız, burun gibi deliklerden girerek; sindirim sistemine ulaşıyor ve bağırsaklarda kampkuruyorlar. Belirli bir zaman diliminde, bağırsakta bulunan bakteri türü sayısının; 500'den fazla olduğu tahmin ediliyor.

Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
(Mümin Suresi, 64)

GÜNEŞ IŞINLARININ İNSANA YARARLARINDAN BİRİ DAHA
“Journal of Epidemiology and Community Health” dergisinde yayınlanan California üniversitesi bilim adamlarının araştırmasında, ekvatordan uzak olan, güneş ışığının az olduğu ülkelerde akciğer kanseri oranının yüksek olduğu belirlendi.

Çeşitli kıtalardaki 111 ülkedeki verileri inceleyen bilim adamları, akciğer kanserinde vakaların yüzde 85’inin sebebi sigara olsa da, güneş ışığı eksikliğinin de faktörlerden biri olduğunu belirttiler.

Güneşten alınan D vitaminin, vücuttaki hücre ölümünden sorumlu faktörleri teşvik ederek tümör büyümesini önlediği belirtiliyor.

Vücudun ana D vitamini kaynağı UVB ışınının ekvatora yaklaştıkça arttığını hatırlatan bilim adamları, araştırmada ekvatordan uzak ülkelerde akciğer kanseri oranının en yüksek, ekvatora yakın ülkelerde ise en düşük olduğunu saptadıklarını bildirdi.

Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.
(Enam Suresi, 59)

SİNİR HÜCRELERİNDEKİ MOLEKÜLER SEVK EDİCİ


Araştırmacılar, ilk kez, sinir hücrelerinde iletimi teşvik eden bir peptidi fark etti. Buluş, bilim adamlarının sinir hücresi fonksiyonunu daha iyi anlamalarını ve sinir tahribatıyla alakalı hastalıklar için olası tedavileri denemelerini sağlayabilir.
Brown Tıp Fakültesi profesörü Elaine Bearer tarafından yönetilen araştırmanın sonucu ”Proceedings of the National Academy of Sciences” in internet üzerindeki erken baskısında yayımlandı. Araştırmanın sonucuna göre, bir peptid ya da protein parçacığı, sinapsa yüklenmeyi yöneten bir kod gibi davranarak, biyolojik materyalin moleküler motor mekanizmasına bağlanmasını sağlayabilir.
Bu peptid, amiloid prekürsör protein(APP)’den geliyor. APP, Alzheimer hastalarının beyinlerindeki plakların temel öğesini oluşturuyor. Bilim adamları, APP’nin bu plakları bozabileceğini ve oluşturabileceğini, ayrıca bu proteindeki mutasyonların Alzheimer hastalığının erken başlangıcına sebep olabileceğini biliyorlar. Buna rağmen, sağlıklı sinir hücrelerindeki APP fonksiyonu çok az anlaşılabilmiş durumdaydı.
Araştırma ayrıca sinir hücrelerindeki “kompleks intraselüler transport sistemi”(karmaşık hücrelerarası iletim sistemi) konusunu da aydınlatıyor. Bu iletim sistemi sinir hücre fonksiyonu için önemli, çünkü proteinleri ve RNA’yı hücre gövdesinden sinapsa, ince akson yolunu kullanarak getiriyor. Bilindiği gibi sinapslar, sinir sisteminde bilgi değişiminin ve depolanmasının yapıldığı temel bölgeler. Bu değerli bağlantılar olmasa; nöronlar iletişim kuramaz. Hafıza olmaz. Öğrenme olmaz. Ve nöronlar ölür.
“Bu nöronal iletim sistemi inanılmaz önemli. Fakat, şimdiye kadar, motora yükünü neyin yüklediğini ve bu yükü nereye götüreceğini kimin söylediğini bilmiyorduk. Çalışmamız gösterdi ki; bizim yük-motor bağlayıcımız, kısa bir peptid kadar basit.” diyen Bearer şunları söylüyor: “Bu moleküler sevk edicilerden ilkini bulduk: Alzheimer proteini APP’den kısa bir peptid."
Bu örnekte de görüldüğü gibi insan vücudundaki organların ve sistemlerin hepsi "mucizevi" özelliklere sahiptir. Bu özellikler incelendiğinde insan, varlığının ne denli ince hesaplara dayandığını ve yaratılışındaki mucizeleri görecektir ve Allah'ın sonsuz ilmini ve insan üzerindeki kusursuz sanatını bir kez daha kavrayacaktır.



DİŞLERİN OLUŞUM AŞAMASINDAKİ MUCİZE





Dişler meydana gelirken milyonlarca hücre, önce kalsiyum depolayıp ardından yan yana gelerek büyük bir blok oluşturur. Bu bloğun şeklini de yine bloğu inşa eden hücreler belirlerler. Bu noktada büyük bir yaratılış mucizesi görülmektedir. Örneğin alt damakta bulunan hücreler, kendilerinden uzakta bulunan üst damaktaki hücrelerin nasıl bir şekil inşa ettiklerini adeta çok iyi bilirler. Her iki hücre grubu da ürettiği dev bloğu, kendisine karşı gelecek blokla birbirlerine en uygun şekilde üretirler. Böylece çene kemiği kapandığı zaman üst damakta bulunan bir azı dişi ile alt damakta bulunan bir azı dişi birbirlerine en uygun şekilde otururlar. Bu şekilde herhangi bir uyumsuzluk olması insan için rahatsızlık verici durumlar oluşturur. Ancak bu gerçekleşmez ve 32 kalsiyum bloğundan oluşan karmaşık yapı, birbirlerine en uygun şekilde inşa edilir.

Açıktır ki vücuttaki bütün hücrelere olduğu gibi dişleri oluşturan hücrelere de sahip oldukları özellikleri veren üstün güç sahibi Allah'tır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir.



İNSAN VÜCUDUNDAN 10 MÜKEMMELLİK ÖRNEĞİ

Şüphesiz insan vücudunun her bir parçası bir mükemmellik örneğidir. Ancak bazıları var ki, ya eksikliğinin hayata mal

oluşuyla ya da olağanüstülüğüyle öne çıkıyor. İşte onlardan bir demet...

1) Ağrı duyusu
Ağrı duyusu, vücudumuzdaki olumsuzluğu bildirerek önlem almamızı ve vücudumuza zarar gelmesinden kaçınmamızı sağlayan, en önemlisi de kendimize zarar vermemizi engelleyen koruyucu bir sistemdir. (www.turk-bilim.com)





Ağrı duyusundan yoksun olarak dünyaya gelen çocuklar, hiç ağrı hissetmedikleri için, kendi kendilerinin dişlerini sökerler, gözlerini çıkarırlar ve dillerini yerler. Neticede kısa sürede yaşamlarını yitirirler. Çünkü ağrı hissetmemek demek, kendini çevrenin olumsuz etkilerinden koruyamamak demektir.

2) Negatif feed-back sistemi
Vücudumuzda her an pek çok reaksiyon gerçekleşir. Bu reaksiyonların sonucunda gereksinim duyduğumuz bazı ürünler oluşur. Peki bu reaksiyonlar ne zaman işlemesi gerektiğini, ne zaman durması gerektiğini, ne zaman hızlanması ya da yavaşlaması gerektiğini nereden bilir?

Vücudumuzda gerçekleşen bir reaksiyon sonucunda oluşan ürün ortamda azalmışsa, bu ürüne ihtiyaç var demektir. Bu durumda reaksiyon hızlıca işler ki gerekli ürün oluşsun. Yeteri kadar ürün oluştuktan sonra ise, "negatif feed-back" mekanizması gereği reaksiyon durur. Böylece aşırı ürün birikimi engellenmiş olur.

3) Lenf Sistemi
Vücudumuzda kan ile doku arasındaki madde alış-verişi kapiler ile doku arasındaki interstisyel alanda gerçekleşmektedir. Burada kapilerdeki besin ve oksijen dokuya verilirken dokudaki metabolizma artıkları da kapilere geçer. Mantıken burada sıvı birikimi olmaması için kapilerden çıkan madde miktarı ile kapilere giren madde miktarı eşit olmalıdır. Ancak değildir! Kapilere dönen madde miktarı, kapilerden çıkandan azdır. Aradaki bu fark ise, lenf sistemi dediğimiz özel bir sistemle interstisyel alandan toplanıp tek yönlü olarak iletilir ve tekrardan kan dolaşımına verilir.





Lenf sistemindeki olası bir sorunda interstisyel alandan madde toplanamayacağından burada sıvı birikir ve "ödem" dediğimiz tablo oluşur. Lenf sisteminin çalışmaması durumunda 24 saat içinde ölüm gerçekleşir.

4) Hidrojen Tampon sistemleri
Kanımızın H iyonu konsantrasyonu pH değerini belirler. H iyonu konsantrasyonu arttığında pH düşerken (asidoz), H iyonu konsantrasyonu azaldığında pH artar(alkaloz). Kanımızın normal pH değeri 7.35-7.45 arasındadır. Eğer kan pH'sı 7.00'ın altına düşer ya da 7.80'in üstüne çıkarsa yaşam tehlikeye girer.

pH değerinin bu dar sınırlar arasında tutulabilmesi, tampon sistemleri sayesinde olmaktadır. Protein tampon sistemi, fosfat tampon sistemi, hemoglobin tampon sistemi, bikarbonat tampon sistemi gibi sistemler örnek gösterilebilir.

5) Frank-Starling Mekanizması
Vücuttaki tüm çevre dokular, metabolik ihtiyaçlarına göre kendi kan akımlarını düzenlerler. Metabolik ihtiyaç artıp azalabildiğine göre çevre dokulara giden kan miktarı da artıp azalabilir. Bunun sonucunda da çevre dokulardan toplar damarlarla kalbe dönen kan miktarı artar ya da azalır. İşte kalbin gelen bu kanın miktarına göre kasılma gücünü ayarlamasına "Frank-Starling mekanizması" denir. Bu mekanizma sayesinde, toplardamarlarla fazla miktarda kan geldiğinde, kalp daha güçlü kasılarak bu kanın birikmesini önler.

6) Sindirim yolu koruyucu tabakaları
Sindirim yolumuzda ağızdan başlayarak sırasıyla yutak(pharinx), yemek borusu(eusophageus), mide(gaster), ince barsaklar(intestinum tenue) ve kalın barsaklar(intestinum crasum) çeşitli koruyucu yapılara sahiptirler. Özellikle dilimizin üst yüzündeki keratinli epitel tabakası ve yemek borusu ve midedeki mukus tabakası sayesinde elimizle tutamayacağımız kadar sıcak olan çayı içmemiz mümkün olur. Sindirim kanalındaki mukus tabakasının bir işlevi de kaygan bir zemin oluşturup, içeriğinin kolay ilerlemesini sağlamaktır.

7) Portal Venöz Sistem
Vücudumuzda en fazla miktarda aminoasit metabolizması sonucunda oluşan amonyak, zehirli etkiye sahiptir. Aldığımız besinler sindirilip ince bağırsaklarda emildikten sonra direk kan dolaşımına verilirken, zehirli olan amonyak hepatik portal sistem aracılığıyla karaciğere gönderilir. Burada üreye dönüştürülüp zehirsizleştirilmiş olur ve sonra kan yoluyla böbreklere, oradan da idrarla vücut dışına gönderilir.

Hepatik portal sistem olmasaydı amonyak da direk kana geçerdi. Kanda amonyak konsantrasyonu arttığından toksik etki görülürdü.

8) Baroreseptörler
Kan basıncının normal seviyede kalmasını sağlayan önemli sinirsel mekanizmalardan biri, baroreseptör reflekstir. Özellikle karotis bifurkasyonundaki sinus caroticus bölgesinde ve aort kavsinde yerleşmiş olan baroreseptörler (=presoreseptörler=gerim reseptörleri), kan basıncı artışında gerilir. Gerim üzerine merkezi sinir sistemine uyarı gönderilir. Bu uyarıya yanıt olarak otonom sinir sistemi kan damarlarını uyarır ve damarlar genişleyerek kan basıncı düşürülür.

9)Kafatası





Kafatasımız (cranium), tek ve çift kemiklerin oynamaz eklemlerle birleşmesiyle oluşmuştur (istisnası var. Örn: çene kemiği[mandibula]). Kafatasımız, hayati öneme sahip olan beynimizi çepeçevre sarıp dış etkilerden korumanın yanında; görme, işitme, tatma, koklama gibi duyu organlarımızı da barındırır. Böylece baş bölgesine aldığımız en sert darbelerde bile beynimiz ve bu duyu organlarımız zarar görmez.

Kemikleri ilk kez yaratıp sonra da onlara et giydiren Allah, bunu bir kez daha yapmaya kadirdir. Bu gerçek Kuran'da şöyle ifade edilir:
İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 77-79)

10) Kan-testis bariyeri
Kan-testis bariyeri, testiste sertoli hücreleri arasındaki sıkı bağlantılar sayesinde oluşur. Bu bariyer bu bölümdeki hücreleri enfeksiyona karşı korur.

Bağışıklık sistemimiz, embriyonik dönemde karşılaştığı yapıları vücudun "kendi yapıları" olarak değerlendirir ve bunlara cevap vermez. Bu dönemde karşılaşmadığı yapıları ise "yabancı" olarak nitelendirir ve onlarla savaşır. Erkek bireyde sperm üretimi ergenlik (puberte) ile başladığından, sperm hücreleri bağışıklık sistemi için yabancı statüsündedir. İşte kan-testis bariyerinin bir görevi de sperm hücrelerinin bağışıklık sistemi ile karşılaşmasını önlemektir. Bu bariyer olmasaydı, spermleri yabancı olarak niteleyen savunma sistemimiz onlarla savaşır ve infertiliteye sebep olurdu.
İnsana düşen bu gerçeği düşünmek ve kendisini yaratmış olan Allah'ın gücünü takdir edip, O'na şükretmektir. Bunu yapmadığı takdirde ise büyük bir kayba uğrayacaktır.

İNSAN VÜCUDUNDAN İLGİNÇ DETAYLAR
İnsan vücudunun sahip olduğu tüm özellikleri Allah yaratmıştır ve halen de yaratmaktadır.
... Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?... (Bakara Suresi, 259)
Birbirini tamamlayan birçok dengeden oluşan bu sistemin kendiliğinden kör rastlantılar sonucu oluştuğunu iddia etmek elbette ki mümkün değildir. İnsan vücudundaki tüm sistemler Allah'ın yaratma sanatının örneklerindendir.
*İnsan vücudu, kan hücreleri ve kas hücreleri gibi çeşitli tiplerde yaklaşık 100 trilyon hücreden oluşur. 70 kg ağırlığındaki sağlıklı bir insanın vücudunda, 5-6 litre kan vardır ve bu miktar vücut ağırlığının ortalama % 8'ini oluşturur. Kan pH'sı ortalama 7.35 ile 7.45 arasında değişir. Kan plazmasının % 91'ini su, % 9 kadarını katı maddeler oluşturur. Katı maddelerinde % 7'sini proteinler, % 0.9'unu inorganik tuzlar, % 2.1'ini aminoasitler, vitaminler ve hormonlar gibi diğer organik bileşikler teşkil eder.

*Yetişkin bir insanın vücut ağırlığının yaklaşık % 60'ı sudan oluşur. Yeni doğmuş bir bebekte bu oran % 80 civarındadır. Yağsız vücut ağırlığı üzerinden bakıldığında, oran % 70 - 75'e yükselir. Bu hesaba göre 65 kg ağırlığında ortalama bir kişi, yaklaşık 40 kg vücut suyuna sahiptir.

*Vücudumuzda ortalama 30 trilyon eritrosit (kırmızı kan hücresi) bulunmaktadır ve ortalama olarak vücudumuzda bulunan hücrelerin % 30'unu eritrositler teşkil etmektedir. Bununla birlikte insan hücresinde bulunan eritrositlerin dolanım kanındaki ömrü yaklaşık 120 gündür. Vücudumuzda her gün 100 milyar yeni eritrosit oluşmaktadır. Her bir birimlik hacim kan içerinde paketlenmiş eritrositlerin hacim değeri "hematokrit" adını almaktadır. Erişkin bir insanda, normal hematokrit değeri erkeklerde % 40-45, kadınlarda ise % 35 - 45'dir. Bu değer yeni doğmuş bir bebekte % 45 - 60 arası değişir.

*İnsan kanında 30 milyar ile 60 milyar arası lökositin (beyaz kan hücresi) bulunur. Yani her bir lökosit başına 1000 ile 500 arası eritrosit düşmektedir. Yeni doğan bebekte lökosit sayısı 15000 ile 25000 arasında değişirken, doğumu takip eden dördüncü günde 12000'e kadar düşer. Dört yaşındaki bir çocukta 8000 ile 12000 arasında olan lökosit sayısı, erişkindeki değere ancak 12 yaşında ulaşır. Erişkinlerdeki miktarın 10000'i aşması, iltihabi bir hastalığın belirtisidir.

*İnsan beyni 12 milyar nöron (sinir hücresi) ve 50 milyar glia hücresi (neuroglia) içerir. [Glia hücreleri sinir hücrelerini beslenmelerine ve metabolizmalarına yardımcı olmak suretiyle destekler ve korurlar.] Bu arada her bir nöron, 1000 kadar diğer nöronla ilişki içinde olduğundan, beyin oldukça karmaşık bir sinir dokusuyla çevrili olmaktadır.


*Böbreklerden dakikada 500-600 mL kan geçer. Bu da kalpten pompalanan kanın % 25'idir.

*Her böbrek 1 ile 4 milyon arası nefron içermektedir.

*İnsanın vücudunda dolaşan kanın yaklaşık üçte biri böbreklere gelir, her dakikada böbreklerden 1,2 litre ile 1,3 litre arasında kan geçer, 24 saatte böbreklerden yaklaşık 1500 litre kan geçer. Bu süre içinde her dakikada böbrekler 125 mL filtrat oluşturur. 24 saatte toplam 200 litre filtrat oluşmakta, fakat suyun neredeyse tamamı geri emildiğinden son oluşan idrar yaklaşık 1.5 litre/gün olmaktadır.
*İnsan vücudundaki toplam kapiller damarların uzunluğu yaklaşık 96000 km, diğer bir birimle yaklaşık 60000 mildir. Dünyanın çapı Ekvator'da 12756 kmdir. Yani, vücudumuzdaki kanın kat ettiği mesafe dünyanın Ekvator'daki çapının yaklaşık 7.5 katına eşittir.
*Yetişkin bir kişide deri alanı ortalama 1,2-2,3 m2'dir. Deri tek başına vücudun en ağır organı olup, toplam vücut ağırlığının % 16'sını oluşturmaktadır.

*İnsanın her bir hücresinde 0.0001 santimlik bir yapıda sıkıştırılmış vaziyette bulunan DNA uzunluğu yaklaşık 2 metredir ve bir toplu iğnenin başına sığacak büyüklüktedir.


*Güneş ile Dünya arasındaki mesafe yaklaşık 160 milyar kilometredir. Vücuttaki DNA'lar art arda getirildiğinde, bu mesafenin 600 katına ulaşmaktadır.
*Dakikada 60 kelime yazan bir kişi, günde sekiz saat çalışarak genetik bilgilerin yazımını ancak elli yılda bitirebilir.

*Kalp ağırlığı kadınlarda yaklaşık 250-280 gram, erkeklerde ise 280-300 gram arasında değişir. Kalp dakikada 60-80, günde 100000 ve yılda 37 milyon defa atar.


*Akciğerlerimiz normal şartlar altında günde iki milyon litreden fazla havayı içine çekmektedir
.
*Karaciğerin ağırlığı 1,5 kgdır. Tek bir karaciğer hücresi 500 farklı metabolik aktiviteyi devam ettirir.

*İnsan vücudunda yaklaşık 200 tip hücre tanımlanmıştır.

*İnsan yaklaşık 600 iskelet kasını birlikte çalıştırarak günlük yaşamındaki etkinlikliklerini devam ettirir. Tebessüm ettiğimizde 30 kasımızı çalıştırırız.

*Herhangi bir şeye temas ettiğimizde, beynimize yaklaşık 200 km/s hıza sahip bir mesaj göndeririz.

*Erişkin bir insanın ağzında 10000 kadar tat tomurcuğu vardır. Yaşlandıkça bu tat tomurcuklarının sayısı azalır.

*Vücudumuzun büyük bölümünde cm2 başına 100 kadar yağ bezi düşerken, yüz, alın ve kafa derisinde yağ bezlerinin sayısı cm2 başına 400-900'a kadar artar.

*İnsanda yaklaşık 3 milyon ter bezi deride vücut ısısının korunmasına yardım ederek, her gün terleme ile yaklaşık 1 litre suyu vücuttan atmaktadır.

*Günde yaklaşık bir litre tükürük üretiriz.

*Kokuyu 100 µm'lik bir kalınlığa ve 10 cm2'lik bir alana sahip olan koku epitelindeki koku kemoreseptörleri tarafından algılarız.

*Her bir göz küresini hareket ettirmek için 6 kas çalışır.


*Bir insanoğlu yaşamının yaklaşık yarım saatlik bölümünü tek bir hücre olarak geçirmektedir.


*Her yıl vücudumuzdaki atomların % 98'i yenilenmektedir.

*Beyine gelen ve beyinden çıkan sinir impulslarının hızı 274 km/saate ulaşabilir.

*İnsan vücudunda her saniyede 15 milyon kan hücresi yıkıma uğramaktadır.

*Bir insanın deri altında bulunan sinirlerin toplam uzunluğu 72 km civarındadır.

*Ortalama bir öksürüğün ağızdan çıkış hızı 96,5 km/saat'dir.


*Bir tat tomurcuğunun ortalama ömrü 10 gündür.

*Kalbimiz kanı yaklaşık 9 metre uzağına ulaştırabilecek yeterlilikte bir basınç üretmektedir.


*Vücudumuzdaki kemik adedi doğduğumuzda 300 iken, yetişkinlikte 206'ya düşer.

*İnsan bağırsağının ortalama yüzey genişliği 200 m2'dir. Bu alan insanın tüm dış yüzey alan genişliğinin ortalama olarak 100 katına yaklaşmaktadır.

*Çoğu insan dakikada 25 kez göz kırpmaktadır. Ortalama bir insan her yıl ortalama olarak 6,205,000 defa göz kırpar.

*Ortalama bir insan kafasının ağırlığı yaklaşık olarak 3,5 kilogramdır. Ortalama bir insanda kafa derisi üzerinde 100.000 civarında saç bulunur. Bu saçların ömrü 2 ile 4 yıla kadar çıkabilir.

*Ağzımızdan bir kelime çıkabilmesi için 72 farklı kasın etkileşime girmesi gerekir.

*Ortalama ömre sahip bir insanın yaşam sonuna kadar döktüğü deri ağırlığı yaklaşık olarak 18 kilogramı bulurken, aynı insanın bu süre sonuna kadar döktüğü kirpiklerinin uzunluğu 30 metrenin üzerindedir.

*Ortalama yaşam süresinde, ortalama bir insan yaklaşık olarak 65 litre gözyaşı döker.

*Ortalama yaşam süresinde, ortalama bir insanın yürüdüğü mesafe, yaklaşık olarak ekvatorun çapının 5 katı bir mesafeye denk düşmektedir.
*Midemizin ortalama bir bardak inek sütünü parçalaması yaklaşık 1 saat sürer.


*Bilimsel araştırma verileri çeşitli kitaplarda değişiklik göstermekle birlikte, insan serebral korteksi (beyin kabuğu) yaklaşık 2-4 mm kalınlığa sahip olup, yaklaşık 2200-2400 cm2'lik bir alan kaplamaktadır. Serebral korteksteki yaklaşık 25 milyar nöron, 100000 km'nin üzerindeki bir mesafeye ulaşan aksonlarla birbirine bağlı olup 300 trilyon sinaps (sinir hücreleri aralarındaki geçiş bölgeleri) içermektedirler. ( J. Nolte, The Human Brain. An Introduction to Its Functional Anatomy, 1999)

*İnsanda merkezi sinir sistemini teşkil eden omurilik yaklaşık olarak kadınlarda 43 cm., erkeklerde 45 cm. uzunluğunda olup 35-40 gramlık bir ağırlığa sahiptir.

*İnsanda vücut ısısı, açlık, susuzluk, uyku ve cinsellik dürtülerini kontrol eden beynin hipotalamus bölgesi yaklaşık 4 gramlık bir ağırlığa sahiptir.

*Yetişkin bir insan beyinciği (cerebellum) yaklaşık 150 gramdır.


*130 desibelin üzerindeki sesler insan vücudunda hasarlar meydana getirebilir. 90 desibelin üzerindeki sesler insanda işitme kaybına yol açabilir. İnsanlar için en sağlıklı ses aralığı 50 ile 60 desibel arasındadır.

*Kalp erkeklerde dakikada ortalama 70-72, kadınlarda ise dakikada ortalama 78-82 kere atar.

*İnsanlar 3000 ile 10000 arasında farklı kokuyu ayırabilmektedirler.

*Midemizin kendi kendisini sindirmemesi için her iki haftada bir mukus tabakasını yenilemesi gerekir.

*Dünyadaki insan populasyonunun yaklaşık % 11'ini teşkil eden solak insanlar, sıkıca kapanmış bir kavanozu sağ elini kullanan bir insandan daha kolay açabilirler. Bunun nedeni solak bir insanın, sağ elini kullanan bir insana kıyasla daha güçlü bir saatin tersi yönünde dönüş kuvveti uygulayabilmesinden ileri gelmektedir. Öte yandan sağ elini kullanan bir insan, aynı kavanozu solak bir insandan daha sıkı kapayabilir.

*Sağ elini kullananlar, solaklardan ortalama olarak 9 yıl daha uzun yaşarlar.

*Ortalama bir insanın uykuya dalması yaklaşık 7 dakika sürer.
*İnsan bağırsağında bulunan faydalı bakteri sayısı, insan vücudunda bulunan hücre sayısına eşittir.

*Vücudunuzdaki en ufak kemik kulağınızdadır ve üzengi kemiği (stapes) diye adlandırılır. Sadece 1.98-4.3 mg ağırlığına sahip olan bu kemik, 2,5-3,3 mm uzunluğunda olup bir pamuk lifinden daha incedir. Vücudumuzdaki en ufak kas da yine kulağımızda bulunan stapedius kasıdır. Öte yandan orta kulak zarı sadece 0.1 mm kalınlığındadır ve yaklaşık 14 mg'lık bir ağırlığa sahiptir.

*Yüzümüzde 60 adet kas vardır. Gülümsemek kaşları çatmaktan daha kolaydır. Gülümsemek için 20 kası çalıştırmamız gerekirken, kaşlarımızı çatmak için 40'ın üstünde kası çalıştırmamız gerekmektedir.

*Vücudumuzda 639 civarı kas bulunmaktadır. Kaslar vücudumuzun toplam ağırlığının yaklaşık 2/5'ini oluşturmaktadır. Vücudumuzdaki en küçük kas kulağımızın derinliğinde bulunan ve işitmede fonksiyonel olan stapedius kası iken, vücudumuzun en büyük kası kalçamızda bulunan "gluteus maximus" kasıdır. Gluteus maximus yürürken ve koşarken bacağımızı kuvvetli bir biçimde geriye doğru itmekte fonksiyonel olan kastır. Vücudumuzdaki en uzun kas ise sartorius kası olup kalçayı büken ve dışarıya doğru iten kastır.

*Göz kası tüm vücudun en hızlı tepki gösteren kasıdır.

*Günde yaklaşık yarım litre suyu nefes yoluyla dışarı atarız. Bunun delili bir camın üzerine üflediğimizde gördüğümüz su buharıdır.

*Akciğerlerdeki kapiller damarlar uç uca getirildiğinde 1600 km'lik bir uzunluğa ulaşır.

*Dinlenme anındaki bir kişi genellikle dakikada 12 ile 15 arasında nefes alır.
*Yetişkin bir insanda akciğerlerin yüzey alanı yaklaşık olarak 75 m2'dir. Derinin yüzey alanı ortalama olarak 16 m2 olarak alındığında, akciğerlerin yüzey alanının derinin yüzey alanının yaklaşık 5 katına eşit olduğu görülmektedir.
*Kaydedilmiş en yüksek "hapşırma hızı" 165 km/saattir.
*Sağ akciğerimiz, sola kıyasla daha geniştir.
*Beyninizin sağ ve sol yarımküresini birleştiren hat olan corpus callosum 300 milyondan fazla akson içermektedir.

EVRENDEKİ HAKİKATLER SAMANYOLU GALAKSİSİNDEKİ MUCİZEVİ ORANLAR


Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde son derece hassas bir denge ile karşılaşırız. Güneş Sistemi'ndeki gezegenleri, sistemden çıkarak dondurucu soğukluktaki "dış uzay"a savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulur. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilir ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kusursuz bir şekilde kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.
Bunlar, Güneş Sistemi'ndeki ihtişamlı dengenin birkaç delilidir. Dev gezegenleri ve tüm Güneş Sistemi'ni düzene sokan ve devamlı olmasını sağlayan dengenin tesadüfen ortaya çıkamayacağı akıl sahibi her insanın kolaylıkla anlayabileceği bir gerçektir. Bu düzenin ince ince hesaplandığı çok açıktır. Üstün bir güç sahibi olan Allah evrende yarattığı kusursuz detaylarla bize her şeyin kendi kontrolü altında olduğunu göstermektedir.



EVRENDEKİ MUCİZE DİNAMİK : HIZ

Dünyamız kendi etrafındaki dönüşünü biraz daha yavaş gerçekleştirseydi ya da vücudunuzdaki kan şu andakinden biraz daha yavaş bir şekilde damarlarınızda dolaşsaydı ne olurdu? Peki ya Güneş’ten gelen ışık yeryüzüne bu kadar yüksek bir hızla ulaşmasaydı? Belki bu konular hakkında hiç düşünmemiş olabilirsiniz, ancak tüm bu olayların en uygun hızla gerçekleşiyor olması, hayatımızı sürdürebilmemiz için vazgeçilmez bir unsurdur.

Bizler hiç farkında değilken hem kendi vücudumuzda hem de çevremizde hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan işlemler, tam da olmaları gereken süratle gerçekleşirler. Bu hızı örneğin beyin hücrelerinin hızla birbirleriyle iletişim kurmalarında, gözden, kulaktan, burundan, dilden ve deriden gelen sinyallerin hızla elektrik sinyaline çevrilip sinir hücreleri aracılığıyla beyne ulaşmasında, bitkilerin fotosentez gibi son derece kompleks bir işlemi gerçekleştirmelerinde, bizden milyonlarca kilometre uzakta olan Güneş'in ışığının olağanüstü bir hızla bize ulaşmasında, sesin hızında ve daha pek çok olayda görebiliriz.

Bu işlemlerdeki olası bir saniyelik bir gecikme bile insanlara büyük zararlar verebilecekken böyle bir gecikme hiçbir zaman yaşanmaz. Tüm işlemler en uygun süratle, kusursuzca gerçekleşir. Bizler de bu sayede hayatımızı hiçbir aksaklık yaşamadan sürdürebiliriz.
EVRENDEKİ HIZ

Sürat Evrenin Yaratılışında Başlıyor: Atomdaki Hız






Yaşamdaki sürati öncelikle evrenin en küçük yapıtaşı olan atomda inceleyelim. Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin uzağındaki yörüngelerde dönen elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır. Elektronların atom çekirdeği çevresindeki dönüşleri, yörünge adı verilen yollarda, çok büyük bir düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir. Elektronlar çok çeşitli hızlara sahip olabilirler. En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, çekirdeğin çevresinde farklı yörüngelerde dönerler ve saniyede 1000 km. gibi olağanüstü bir hıza sahiptirler. Bu sürat, bir saniye içinde İstanbul'dan Antalya'ya gidebilmek anlamına gelir. Ayrıca bu yüksek hıza rağmen elektronlar birbirleriyle çarpışmazlar.

Gezegenlerin Dönüş Hızı



Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, her detayda çok hassas bir denge ve ince bir ayar ile karşılaşırız. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkün olabilirdi. Eğer gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de Güneş'in çekim gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler uzaya savrulacaklardı.

Oysa çok hassas olan bu denge, her an her saniye kusursuz bir biçimde işlemektedir. Ayrıca söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları da kütleleri de çok farklıdır. Bu nedenle, hepsinin ayrı birer dönüş hızı vardır.

Dünya’nın Dönüş Hızı



Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlar ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı yeryüzündeki ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Böylece pek çok canlının yaşayabileceği ideal ısı ortamı oluşur. Eğer bu hız gereken seviyede olmasaydı, canlılar için yeryüzü yaşanması olanaksız bir yer haline gelecekti.

Yağmur Damlasındaki Hız

Her yağmur damlası yeryüzüne rahatsızlık vermeyecek bir hızda iner. Oysa yağmur damlası büyüklüğünde ve ağırlığında herhangi bir cisim, 1200 metreden bırakıldığında giderek hızlanır ve yere yaklaşık saatte 558 km. hızla düşer.





Ancak yağmur damlasının yeryüzüne iniş sürati saatte 8 ile 10 km. arasındadır. Yağmur damlalarını inceleyen araştırmacılar, bu damlaların atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere düşüşünü yavaşlatan bir şekle sahip olduğunu bulmuşlardır.

Eğer yağmur damlaları saatte 558 km. hızla gökten yağmış olsaydı, çarptığı herşeyi yıkacak ve Dünya üzerinde canlıların yaşaması imkansız hale gelecekti.
Bütün bunlar tabiatın ve canlıların tesadüfler sonucunda oluşmadığını, Allah tarafından kusursuzca yaratılmış olduğunu gösteren önemli delillerdendir.



DAĞLARIN SOĞUK OLMASININ NEDENİ



İdeal gaz denklemi ile de ifade edildiği gibi hava sıcaklığı ile atmosferik basınç birbirleri ile doğru orantılıdır. Bu nedenle, dağ gibi yükseltilerde hava basıncı düştükçe hava sıcaklığı her zaman azalır. Bunun tersi de doğrudur. Yani hava parselleri alçaldıkça ısınır. 150 milyon kilometrelik uzaklıkta olan güneşe bir kaç metre uzak ya da yakın olmanın fazla bir anlamı yoktur. Bu nedenle dünya güneşe en yakın olduğu aylar kışı, en uzak olduğu aylar yazı yaşamaktayız. Diğer bir deyişle mevsimlerin oluşumunda da güneşe yakınlık değil; güneş ışınlarının geliş acısı rol oynar...

Yeryüzündeki bütün detaylarda olduğu gibi, dağlarda da tecelli eden Allah'ın sonsuz sanatıdır. Yaşadığımız Dünya'yı bizim için kusursuz bir biçimde Allah yaratmıştır. İnsana düşen ise dünya üzerinde bu ihtişamlı yapıları görerek, Allah'a kulluk etmeyi hayatının en önemli gerçeği olarak kabul etmesi ve sadece bunun için çalışmasıdır. Çünkü insan sayısız nimete muhtaçtır ama Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır.



YILDIRIM NEDEN SİVRİ YERLERE DÜŞER?



Çünkü bir iletkendeki en kuvvetli elektrik alanı keskin kenarlarında veya uçlarında oluşur. Bu da sivri uç ve kenar gibi yerleri yıldırım düşmesi için iyi bir hedef haline getirir.

Ve demiştiniz ki: "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız." Bunun üzerine yıldırım sizi (kendinizden) almıştı. Ve siz bakıp duruyordunuz. (Bakara Suresi / 55)



KAR VE YAĞMUR TANELERİNDEKİ MUCİZEVİ FARKLILIKLAR



Mikroskobik özel analiz teknikleri ve fotoğraflar ile kar kristallerinin şeklini ve büyüklüklerini belirlemek mümkün. Kar kristallerinin şekli büyük ölçüde oluştukları yerdeki hava sıcaklığına bağlıdır. Buluttan kar kristali olarak düşmeye başladıktan sonra da kristalin şekli içinde düştüğü havanın sıcaklığı ve nemi ile birlikte çevresinde çarpıştığı aşırı soğumuş sıvı su damlacıkları, kar ve buz kristallerine göre de sürekli olarak değişime uğrar. Sonuç olarak bu kadar çok ve farklı faktör tıpa tıp aynı olmadığı sürece kar kristalleri de aynı şekil ve büyüklükte olamaz.

Yağmur damlalarının şekli çocuk kitaplarında çizildiği gibi bir gözyaşı damlası şeklinde değildir. Çok küçükken yuvarlaktır, sonra altı düz hamburger ekmeği kadar büyüdükten sonra havanın kaldırma kuvveti nedeniyle parçalanıp tekrar küçük ve yuvarlak damlacıklara dönüşürler. Her yağmur damlasının da bir diğerine tıpa tıp benzediği söylenemez. Fakat yağmur damlalarının basit küresel şekli, kar kristallerinde bulunan ayrıntılı bir fraktal yapıdaki kadar ayrıntılar içermemektedir. Bu nedenle yağmur damlalarının bir birine çok benzediği düşünülür.

Neden tüm kar tanelerinde altıgen simetri vardır ve neden her biri diğerlerinden farklıdır? Kenarları neden düz değil de köşeli bir yapıdadır. Benzer soruların cevaplarını bilim adamları hala çözmeye çalışmaktadırlar. Ancak apaçık ortada olan bir gerçek vardır; Allah, yaratmada hiçbir ortağı olmayan, sonsuz güç sahibi olan ve her şeyi örneksiz olarak yaratandır.



KUZEY YARI KÜRE, GÜNEY YARI KÜREDEN DAHA SICAKTIR



Bu sorunun yanıtı olarak Kuzey Yarı Küre’nin yazlarıyla Güney Yarı Küre’nin yazlarını karşılaştırabiliriz. Kuzey Yarı Küre’de yazlar daha sıcak geçer. Bunun nedeni, Kuzey Yarı Küre’de, Güney Yarı Küre’dekine göre karaların daha fazla olmadısır. Karaların “spesifik ısı kapasite”si denizlerinkinden oldukça düşüktür. Diğer bir deyişle, denizler ısıyı daha fazla tutarken, karalar bunu yapamazlar. Karalar daha hızlı ısınırlar ve daha hızlı soğurlar.
Bu üstün tasarım, herşeyi örneksiz ve kusursuz yaratan Allah'ın eseridir. Kuran'da Allah'ın Bedi (örnek edinmeksizin yaratan) sıfatı şöyle haber verilir:
"Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır…" (Enam Suresi, 101)



GÜNEŞİN FARKLI RENKLERİ

Güneş ışığı beyaz görünmekle birlikte, görebildiğimiz bütün renklerdeki ışığın karışımıdır. Eğer bir nesneyi mavi görüyorsak, bunun nedeni, bu nesnenin yalnız maviyi yansıtıp öteki renkleri soğurmasından kaynaklanır. Güneş ışığı, bize ulaşmadan önce kalın bir atmosfer katmanından geçer. Bu sırada bazı renkler atmosfere saçılır. En çok saçılan renk mavi olduğundan, atmosferi mavi görürüz. İçerdiği mavi renk süzülen güneş ışığı, sarıya yakın görünür. Güneş, ufka ne kadar yakınsa, o kadar kalın bir atmosfer katmanını geçer. Bu nedenle Güneş doğarken ve batarken daha kırmızı görünür. Atmosferin geçirgenliği, yalnızca hava katmanının kalınlığına değil, içerdiği su buharı gibi gazlar ve toza da bağlıdır.



Bazı günler, Güneş’in özellikle batarken normalden daha kırmızı ve sönük göründüğünü fark etmişsinizdir. İşte bunun nedeni, atmosferdeki su buharı ve tozdur. Atmosfer, genellikle akşamları daha tozlu olur. Çünkü, yeryüzünün ve havanın gün boyunca ısınması, atmosferde çalkantılara yol açar. Toz tanecikleri de böylece atmosfere yayılır. Bunun yanında, özellikle büyük kentlerdeki kirli hava katmanı da güneş ışınlarını soğurur. Hava kirliliği genellikle akşam saatlerinde arttığından, Güneş batarken onun iyice soluk görünmesine yol açar.

Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah'tır. İçinde yaşadığı Dünya'daki ihtişamlı yapıyı gören her insana düşen hemen Allah'a yönelmek, tüm yaşamında Allah'ın rızasına uygun davranışlarda bulunmak; O'nun yarattıklarına, verdiği nimetlere şükretmek, bütün bu güzellikleri veren Allah'a yakın olmak, O'nu dost ve vekil edinmektir. Bütün bunların sahibi olan Allah hamde layık olandır.



YILDIRIMIN YÖNÜ



Basit bir şekilde tanımlamak gerekirse yıldırım, gökyüzünde elektrik boşalmasından ibaret büyük bir kıvılcımdır. Yıldırım bir bulutun içinde, bir buluttan başka bir buluta ve buluttan etrafını saran havaya arasında da olabilir. Diğer bir deyişle yıldırım hem yerden gökyüzüne, hem de bulutlardan yerdeki bir cisme doğru oluşur. Bununla birlikte yıldırımları çoğu bulutların içince olur; sadece yüzde 20'si bulut ile yer (yer-bulut veya bulut-yer) arasındadır.

Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de O'na olan korkularından tesbih ederler.. O, yıldırımları gönderip bununla dilediğine çarpar; onlar ise Allah hakkında çekişip-tartışırlar. O, gücü (ve cezası) pek çetin olandır. (Ra’d Suresi/ 13)



KAR NEDEN BEYAZDIR?



Bir elma kırmızı görünür, çünkü elma yüzeyi ışıktaki renklerin çoğunu yutar ve sadece kırmızı ışık gözümüze yansıyınca elma yüzeyini kırmızı olarak görürüz. Benzer şekilde, bir kar kristalinin üzerine güneş ışığı düştüğünde güneş ışığı kar kristali tarafından bir kaç kez saçılır. Işığın hiçbir kısmı diğerine nazaran daha fazla yutulmaz, ve saçılmaz. Böylece, ışıktaki tüm renkler eşit olarak geri yansıtıldığından karın rengi güneş ışığı gibi beyaz olarak görülür.

Allah'ın boyası... Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir? Biz (yalnızca) O'na kulluk edenleriz. (Bakara Suresi/ 138)



HAVA ILIKKEN DOLU NASIL YAĞABİLİYOR?

Dolu taneleri değişik zamanlarda ve farklı koşulların egemen olduğu atmosfer bölgelerinde oluşur. Dolunun, cumulo-nimbus bulutlar içinde oluştuğu sanılır: bu bulutlar içinde düşey hareketlerin yoğun olması, en alçak tabakalarla doruk tabaka arasında birçok gidip gelmenin gerçekleşmesine yol açar. Bu süreç, bulutların doruğunda bulunan buz billurlarının yaz aylarında bile oluşmasına olanak verir. Ilık havalarda oluşmasının nedeni, yerden yükselen sıcak havanın yukarı doğru türbülanslı akım ve yüksek bulutlar yaratması sonucu bu bulutların buz billurlarını dolu oluşmasına yol açacak kadar uzun süre yukarılarda tutabilmesidir.



Dolu taneciklerinin çapı 0,5 – 2 cm arasında değişir; bununla birlikte 7-8 cm çapında ve en irilerinin ağırlığı 1 kg’ı bulan tanelere de rastlanmıştır. Dolu tanelerinin yapısı çoğunlukla yapraksıdır: beyaz ve yarı saydam buz kütlelerinin saydam buzla almaşık olarak çevrelediği bulgursu dolu taneleri.

1360 yılında Paris’i kuşatan yüzlerce İngiliz askerinin ölmesine neden olan dolu fırtınası, Kral III. Edward’ın bu kuşatmadan vazgeçip Fransa’yı alamadan geri çekilmesine neden olmuştur.

Burada gördüğümüz bu birkaç küçük detay bile, onun muhteşem yapısıyla birlikte Allah tarafından yaratıldığını görebilmek için yeterlidir.



AURORA BOREALIS (KUZEY IŞIKLARI)

Aurora borealis (kuzey ışıkları) ve aurora australis (güney ışıkları) –güneşteki fırtınalar sonucu meydana gelip kutuplarda geceleri görülen renkli ve hareket eden ışıklar-, insanoğlunu her zaman büyülemiş, ve insanlar bu olağanüstü doğa olayını görmek için binlerce kilometre yol kat etmeyi göze almışlar. Kuzey manyetik kutbu çevreleyen aurora borealis ve güney manyetik kutbu çevreleyen aurora australis, solar rüzgarlarla gelen hayli yüksek oranlarda yüklü elektronların dünya atmosferindeki elementlerle etkileşime girmesiyle oluşur. Solar rüzgarlar, güneşten yaklaşık saatte 1 milyon mil hızla uzaklaşırlar. Ve güneşten ayrıldıktan şöyle böyle 40 saat sonra, yeryüzü çekirdeğinin ürettiği manyetik güç çizgilerini izleyerek manyetosfere girerler. Burası gözyaşı damlası (söbe) biçiminde ve oldukça yüksek oranlarda yüklü elektrik ve manyetik alanlar bölgesidir.




Elektronlar yeryüzünün en üst atmosferine girdiklerinde, yerkabuğu yüzeyinden 20 ila 200 mil yukarıdaki yüksekliklerde oksijen ve nitrojen atomlarıyla karşılaşırlar. Aurora’nın rengi, hangi atomla çarpıştığına ve karşı karşıya geldikleri yüksekliğe bağlıdır.

• Yeşil - oksijen, 150 mil yüksekliğe kadar
• Kırmızı – oksijen, 150 mil yüksekliğin üstü
• Mavi – nitrojen, 60 mil yüksekliğe kadar
• Mor/eflatun – nitrojen, 60 mil üstündeki yükseklikler

Tüm manyetik ve elektriksel güçler, sürekli kayan kombinasyonlarda birbirleriyle etkileşirler. Bu kaymalar ve akışlar, 50,000 voltta 20,000,000 ampere kadar ulaşabilen atmosferik akımlar boyunca aurora’nın (ışığın) “dansı” şeklinde görülebilir. Bunun tersine evlerimizde, akımın akışı 120 voltta 15-30 amperi aştığında akım kesiciler tarafından kesilir.

Aurora’lar (renkli ışıklar) genellikle, coğrafi kutuplarda değil de manyetik kutuplarda merkezlenen ve kabaca kuzey kutup (arktik) dairesi ve güney kutup (antarktik) dairesine denk gelen yerlerde, “ışık söbeleri” boyunca meydana gelirler. Ancak, bolca güneş lekelerinin olduğu zamanlarda, bu ışıkların biraz daha güneye kaydıkları görülür. Güneş lekeleri olayı 11’er yıllık devrelerde meydana gelir. Şu sıralardaki etkinlik 2001 ve 2002 yıllarında gerçekleşmiştir, dolayısıyla bu dönemde ışıkları normal menzillerinin dışında da görebilme olasılığı bu dönemde iyi olmalıdır.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret , elbette ki Kuran'daki ifadeyle "tüm alemlerin Rabbi" olan Allah'tır. Kuran'da belirtildiği gibi,Allah,” göğü bina etmiş, sonra ona belli bir düzen vermiştir.” (Naziat Suresi, 27-28)